3.056 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Nietzsche ve Babaannem

NİETZSCHE bir felsefeciydi. Üniversiteden ayrılmış bir profesördü. Babaannem ise yalnızca bu gezegende yaşayan bir insandı. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımıydı. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti. Nietzsche üniversitede ders verirdi. Bir düzine kitap yazmıştı. Nietzsche çok tanınmış biriydi. Bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannem ise yalnızca oturduğu köyünde tanındı. Kocası ölünce babamın evine taşındı. Bir bahçeye açılan odasında yıllarca yaşadı. Mahallede kendisini tanıyan sayılı insan dışında bir ünü, şöhreti yoktu.

Nietzsche ve babaannem aynı gezegenin misafiri oldular. Dünyaya gelişleri ve gidişleri hemen hemen aynıydı. Her ikisi de bir anne ve babadan dünyaya geldiler. Kendi dışlarındaki dünya hemen hemen aynıydı. Her ikisinin üzerine aynı güneş doğdu. Gün geldi, aynı ayı seyrettiler. Her ikisinin de yaşadığı âlemde yıldızlar yukarıdaydı ve geceleyin görünürdü. Ve yıldızlar gündüz kaybolurdu. Mevsimler geldi geçti üzerlerinden. Sayılı günler yaşadılar. Sayılı baharlar, kışlar, yazlar yaşadılar. Başlangıç ve sonları aynıydı.

Her ikisi de aynı donanımlara sahipti. Ne Nietzsche’nin fazlası, ne babaannemin eksiği vardı. Her ikisine de bir beden, bir akıl, ruh ve duygular verilmişti. Ve her ikisi de bunları bir yerden almamıştı. Her ikisine de dış dünyayı algılayacak ve iç dünyalarına taşıyacak beş duyu verilmişti.

Nietzsche ve babaannem gezegene yokluktan getirildiler. Yaşamlarının ‘öncesi’ yoktu. Yaşadıkları yılların iki fazlasında nerede oldukları sorulsaydı her ikisi de "Bilmiyorum" diye cevaplayacaklardı. Her ikisi de bu gezegene misafir olmayı kendileri tercih etmedi. Kendi tercihleri olmayan bir yaşamı buldular kucaklarında. İşte bu yüzden, ikisi de şaşkındı. Bilmedikleri, tanımadıkları, anlamadıkları, bizzat tercih etmedikleri, kendilerinin plan ve projesi olmayan bir hayatı yaşamaya koyuldular. İşte bu yüzden, hayat bir soru oldu. Doyurucu bir cevap bulamadıklarında ise, sorun haline geldi. Çok fazla zamanları yoktu. Zaman her ikisinin de hayatlarını her an tüketiyordu. Yaşama tutunacak bir anlam bulmalıydılar. Yoksa yaşam her ikisi için ağırlaşıyordu.

Bir karar vermeleri gerekiyordu. Tercih etmedikleri bir dünyada yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir ‘tercih’te bulunmalıydılar. İlkin bu korkutucu geldi. Tercih yapmak zorunda oluşları onları diğer varlıklardan ayırıyordu. Bunu farkettiklerinde tedirgin oldular. Ayrıca, seçeneklerden yalnızca birini tercih etmek zorundaydılar. Bu kolay değildi. Birini tercih etmeleri diğer seçeneği safdışı bırakacaktı. Bu da korkutucu geldi. Tercihlerden birinin doğruluğunu kabul etmek diğerinin yanlışlığını içeriyordu. İşte o an, o karar verme aşamasında Nietzsche ile babaannemin yolları birbirinden ayrıldı. Çünkü farklı iki seçeneği tercih etmişlerdi. Birinin tercihi diğerinin tercihini dışlıyordu. Aynı gezegenin iki yolcusu iki ayrı yöne doğru gittiler. Birbirleriyle bir daha asla buluşmadılar. Bir ortak nokta asla bulamadılar. Birisi ‘zor,’ diğeri ‘kolay’ olanı tercih etmişti. Birbirlerinden sonsuz uzaktılar. Sonsuz bir ayrılığa düşmüşlerdi.

‘Kolay’ yolu seçen Nietzsche oldu. Yokluktan geldiğini biliyordu. Yaşamını kendisinin tercih etmediğini; bir zamanlar var olmadığını; yaşamı bir yerlerden almadığını biliyordu. Kendisine verilen yaşamın çok değerli olduğunu hissediyordu. Hele hele, sahip olduğu donanımlar hayranlık uyandıracak cinstendi. Koca kâinatın içinde bedenen bir hiç hükmündeyken kâinatı sorgulayan aklı, sonsuz şeyleri sevebilen duyguları, her daim ona seslenen vicdanı, ruhunda taşıdığı hazinelerdi. Kulaklarına hayrandı; sesleri işitmek ona müthiş bir haz veriyordu. Gözlerine hayrandı; binlerce rengi algılıyordu. Diline hayrandı; sayısız tat taşıyordu dünyasına.

Sahip olduklarınıóhayatını, bedenini, kalbini, ruhunu, aklınıónereden almıştı? Bunların bir zamanlar kendisi için var olmadıklarını aklına getirdi. Bu düşünce onu tedirgin etti. Sahip olduğu ve bundan büyük haz aldığı, gururlandığı tüm şeylerin bir anda elinden kayarak gittikleri duygusuna kapıldı. Kendisine yalnızca bir hiçlik kalıyordu. Ama kendisinde her ne var ise, hissettiği her ne ise, yaşadığı her ne ise, bütün bunların sahibinin kendisi olduğunu düşünmek ona müthiş bir tat veriyor, içinde bir duyguyu okşuyor, başarı duygusu uyandırıyordu. Bu düşünceye sımsıkı sarılmak gerektiğine kendisini inandırmak zorunda kalmıştı. Öyle ki, artık sahiplilik düşüncesinin bağımlısı olmuştu. Çünkü, sahip olduklarının kendisine verildiğini düşünmek, verenin kim olduğu sorusunu gündeme getirecekti. Bunun cevabı ise ağır geliyordu. Kendisine malettiği başarılı olma duygusunu tümüyle elinden alıp götürüyordu. Öyle ya, duygular kendinin değilse, onları bir veren olmalıydı. Kendisini duygularıyla birlikte var eden olmalıydı.

"Tek başına yarattığım o kimseyi Bana bırak. Ona bol bol servet verdim. Gözü önünde duran oğullar verdim. Daha pek çok nimetleri önüne serdim. Sonra o daha da arttırmamı istiyor (vereni inkar edip kendisine malettiği halde o nimetlerin bu dünyada mutluluk da vermesini istiyor). Asla! Çünkü, o âyetlerimize karşı direnip dururdu." (bkz. Müddessir, 74:11).

Bir Yaratıcıya inanmak Nietzsche’ye hep zor geldi. İnandığı an elinden her şey alınacaktı. Bizzat bu gezegende bağımsız bir varlığa sahip olmadığına inanacaktı. Bu hayatın bizzat kendisine ait olmadığına. Bu ona çok ürkütücü geliyordu. Yani, şimdi başarılar kendisine ait değil miydi? Hep başkası hesabına mı çalışıyordu? Bu narsizmini; içindeki benliğini, bağımsız bir varlığa sahip olma duygusunu incitiyordu. O bizzat var olduğuna inanmak istiyordu. Kendi hayatının yaratıcısı olduğunu hissetmek istiyordu. Aklı gerçi bunun böyle olmayacağını biliyordu. Ama narsizmi diretiyordu. Elindeki herşeyi Yaratıcıya teslim etmek! Elinizde ne var ne yok; hepsini, herşeyinizi elinizden çıkarmak demekti bu.

"Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü, biçti. Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi." (bkz. Müddessir, 74:18-23).

İnsanın kendi başına bir hiç olduğunu, aciz olduğunu, fakir olduğunu, sonsuz kusurlu olduğunu kabul etmesi dünyanın en zor işidir. Hayatın belki de en zorumuza giden, bizi en çok zorlayan seçimidir. İnsanın kendisinden vazgeçmesidir. Kendisine ait sandığı şeylerden vazgeçmesidir.

Nietzsche asla bunu yapmadı. En kolay yolu seçti. Herşeyi sahiplendi. Elindekileri Yaratıcının verdiğini hiç kabul etmedi. Kendi başına var olmaya çalıştı hep. Hayatın anlamını kendi aklınca çözmeye uğraştı. Sorularını kendi bulmaya çalıştı. Çünkü bu kolayına geliyordu. Sorularımızın cevabını kendimizin bilmesi hep hoşumuza gider zaten. İçimizdeki narsizm bundan hoşnut olur. Bize haz uyandırır. Nietzsche Yaratıcıya, âhirete inananları hep küçümsedi. Küçümsedikçe zevklendi. Kolayına gidiyordu bu. "Üstün insanı öğretiyorum sizlere, insan aşılması gereken bir şeydir. Bağlı kalın yeryüzüne. İnanmayın sizlere dünya ötesi umutlardan bahsedenlere. Zehir saçanlardır onlar, bilerek veya bilmeyerek" diyordu.

Hep "Kendim" dedi Nietzsche. "İnsan; aşılması gereken" derken, kendisini hiç aşmadı. Kendinden hiç vazgeçmedi. Bu yüzden Yaratıcı ile ilişki kurmadı. Kuramadı. Aslında kurmak istemedi. Yaratıcı ile ilişki kurmayı vicdanı istiyor, Yaratıcıya ihtiyaç duyuyordu. Ama işte o zaman herşeyini O’nun vermekte olduğuna inanması gerekiyor ve Nietzsche tam da bunu farkettiği an vazgeçiyordu.

Nietzsche "İnanan insanlar kolay yolu seçerler" demişti. Babaannem o tür insanlardandı. Dışarıdan bakıldığında, inanmak gerçekten kolay gibi görünüyordu. İnanmak insanın hayatına huzur, kalbine güven getiriyordu. Sonsuz gücü olan bir Yaratıcıya dayanıyordunuz. Ancak, Nietzsche’nin unuttuğu bir nokta vardı. Babaannem zor olanı seçmişti. Hayatın en zor kabulünü üstlenmişti: "Kendi başıma bir hiçim." Böyle derdi babaannem. "Bizler kendi adımıza, kendi başımıza yokuz ve hiçiz. Yokluktan getirildik" derdi. Hayatının başladığı o noktayı her daim canlı tutar ve bu şekilde yaşardı. Hayatı seçen biz değilsek, hayatla bize verilen herşeyin sahibi de biz olamayız. Her canlı, her varlık, her mahluk yaratılmıştır. Her varlık kendi başına bir hiçtir. Babaannem kendinden vazgeçmişti. Hiçliğin ‘kendi başına hiçlik’ kısmında yaşıyordu. İşte bu çok zor seçimden sonra Yaratıcı ile ilişkiye geçiyordu. Nasıl yaşaması gerektiği konusunda kendi başına bir fikri yoktu. Bu onun meselesi değildi. Nasıl yaşamasını Yaratıcısı belirleyecekti.

Yıllar yılı, onun o emin hali, benim için hep merak konusu oldu. Zayıflığı, çaresizliği, kendini muhtaç ve zayıf olarak algılayışı ne kadar derinse, endişe ve telaşlardan o kadar uzak ve kaygılar ona o kadar ıraktı. Bir gün bunu "Yaratıcı karşısında insanın acizliğinin verdiği emin olma hali" diye açıklamıştı. "Her an bütün kâinata sözü ve kudreti geçen Rabbin azametini hissediyorum" demişti.

Babaannem kızgın güneşin altında saatlerce çalışırdı. Elleriyle ayrık otlarını toplardı. Ayrık otları buğdayın saplarının gelişmesini engelliyordu. Elleri toprak rengine bürünmüştü. Çok susadığını anladığında gölgede duran testiye doğru yönelir, ama hemen içmezdi. Önce kendi duygularını tartardı. Susuzluğu iyice duyumsamak istiyordu. Ağzının içi kupkuru olur, dudakları çatlardı. Testiyi eline aldığında bir süre beklerdi. Suyla arasındaki bağlılığı ve ilişkiyi düşünürdü. Yaşamla su, iç içeydi. Birazdan ağzına su zerrecikleri dokunacak ve sonsuz bir haz alacaktı. Bu hazzı biraz daha geciktirir, su zerrecikleri ile dudaklarından ağzına dolacak hazza ve lezzete şaşardı. Suya muhtaç olarak yaratılmaktan hoşnutluk duyardı. Acizliğin içinde güvenlilik sezerdi.

Muhtaçlık onu ürkütmezdi. Aksine muhtaç olmak güvenli bir liman gibiydi; bir sığınaktı. Bu duyguları veren Yaratıcısına teşekkür ederdi. O anın geldiğini anladığında su zerrecikleri ağzına gelirdi. İki sevgilinin kucaklaşması kadar derin ve sıcaktı bu buluşma. Sanki onların buluşmasının hazzını hissederdi. Bu sefer de suyu veren Rabbine teşekkür ederdi. Yaratıcısına minnettarlık duyardı. Yaratıcıya minnettarlık Nietzsche’nin hiç yaşamadığı, yaşamayı da hiç istemediği bir duyguydu. Yaratıcıya minnettarlık duymak çok zordu. Kişinin kendisine minnettarlığı ise çok kolaydı. Babaannem zor olanı severdi. Testiyi bırakıp çalıştığı toprağa dönerdi. Toprağı eliyle eşeler, bir çukur kazardı. İçine tohumu özenle yerleştirir ve üç ay sonrasını düşlerdi. Tohumu filizlenmiş olarak hayalinde canlandırırdı. Tam o sıra gökyüzünde bir bulut kümesi güneşle arasına girmişse gölge tam onun üzerine düşerdi. Böylece biraz daha serinlerdi. Üzerine düşen, gölge değil de, Rabbinin koruyuculuğu idi.

Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hiç okula gitmemişti. Her daim "Bizim zamanımızda okul yoktu" diye açıklardı. Okula gitmemenin eksikliğini pek de hissetmemişti. Ama o çok iyi bir okuyucuydu. Toprağı, suyu, gökyüzünü, bitkileri çok iyi okur, onlardan derin anlamlar çıkarır, var oluşu ile bunlar arasında derin bağlar sezinlerdi. Duyguları çoğu zaman Yaratıcısı ile meşguldü. Yemek yaparken, tarlada çalışırken, hamur yoğururken, yayıkta sütten yağ çıkarırken hep konu gelir dolaşır, Yaratıcının büyüklüğü ile noktalanırdı. Nietzsche için ise davranışlarından çıkardığı sonuç kendi büyüklüğü olurdu. Babaannemin sanki iş güç yaparken asıl işi gücü Yaratıcıyı bilmek ve tanımaktı. İçi güven doluydu. Geçmişten gelen hüzünler yaşamıyordu. Çünkü yaşanılmış her şeyin bir anlamı olduğunu anlatırdı bize. Gelecek ise daha gelmedi derdi. Gelmemiş gelecekten gam ve hüzün almıyordu. "Yaşanacak her ne varsa bir hikmeti olur" derdi. "Hem zaten ölmeyecek miyiz? Asıl ben ölümden sonrası için hazırlanıyorum" diye tekrar ederdi.

Nietzsche için kâinat anlamsız bir kitaptı. İşte bu yüzden Nietzsche yaşamı boyunca hep yalan söyledi. Yaşadığı her anda zulüm işledi. Gördüğü olayların kendi kendine olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını söyledi hep. Anlamsız gördüğü her varlığı aşağılamış oluyordu. Onun nazarında her şey çirkin ve korkunçtu. Güzellik adına her ne varsa, Nietzsche bunları yokluğun karanlığına atıyordu. Nietzsche ilişkide olduğu herşeyi yok ediyor, öldürüyordu. Nietzsche kolay yolu seçiyordu.

"Oysa o ne iman etti, ne namaz kıldı. Üstelik yalanladı, yüz çevirdi. Sonra da çalım satarak döndü, yakınlarının yanına gitti." (bkz. Kıyâme, 75:31-33).

İman etmek gerçek bir sınavdan geçmektir. İman eden, nefis ve şeytanla sürekli mücadele etmek zorundadır. İman, narsist duyguların temsilcisi olan nefsin bizden yapmamızı istediği şeyleri yapmamayı gerektirir. Ona karşı koymayı, onun dizginlenmesine razı olmayı, sabretmeyi, direnmeyi, her an şuurlu bulunmayı, tetikte olmayı gerektirir. İman her an cihad işidir. Nefisle cihad etmek, ona boyun eğmemek ise en zorudur. İman etmek iradeyi nefse karşı kullanmaktır. Bu yüzden iman etmek zordur. İnsanın her an her istediğini yapmamasını, nefsini terbiye etmesini, nefsini ve kendine malettiği becerilerini Yaratıcısına teslim etmeyi gerektirir. Bu çetin bir karardır. Uygulanması yürek ve cesaret ister. Babaannem yürekli ve cesurdu. Nefsini terbiye etmek için çok mücadelelerden geçti. Nietzsche korkak ve yüreksizdi. Nefsinin istek ve arzularına karşı gelmemeyi yeğledi. Baştan teslim bayrağını çekti. İstek ve arzularına gem vurmak istemedi. Vursa da bunu kendi adına yaptı ve bundan narsistçe bir zevk duydu. Bunu kendi de biliyordu.

"Evet, özürlerini ortaya koysa bile, insan kendi kendisinin şahididir (ne yaptığının farkındadır)." (bkz. Kıyâme, 75:14-15).

Nietzsche bu gezegende kendine verilen ömür sermayesini kullanıp sınama zamanı sona erince öldü. Yıllarca migren ağrısı çekmişti. Sonunda, yakalandığı beyin frengisinden öldü.

Ölmesinden bir müddet önce o ünlü sözünü söylemişti: "Tanrı öldü." Bu söylenmesi çok kolay bir sözdü. "Bir Yaratıcı var" demek ise zordu. Çünkü, "Tanrı öldü" demek, "Tanrı benim" temasını; "Bir yaratıcı var" ise, "Ben kendi adıma bir hiçim" temasını içeriyordu. Bu ise çok zordu. Nietzsche bu kolay sözü çok kolay söyledi. Nefsi bu sözden çok büyük haz alıyordu. Nietzsche iradesini nefsinin karşısına koyamayacak kadar yüreksizdi. Yaratıcıya karşı gelmenin narsistik ama bir o kadar da acı veren hazzını bir an yaşamıştı. Nietzsche o an bu sözüyle içindeki insanîliği öldürmüştü. Kendi Yaratıcısını, kendisine bu hayatı yaşama fırsatı veren Zâtı yok sayarken, Nietzsche, aslında kendisini öldürmüştü. "Tanrı öldü" diyen Nietzsche’ye hayatı veren Yaratıcısı, şimdi de ölümü veriyordu. Nietzsche bunu tam öldüğü an anladı. Herşey bir aynada görülür gibi aydınlandı. "Hayır, bir Yaratıcı var" diyecekti ki, sınama zamanı bitti. Öldü. Nietzsche kendi lisanına "Hayatı veren, ölümü de verendir" gerçeğini söyletemedi. Ama, cansız cesedi, onun yerine, mutlak bir Yaratıcının varlığını haber veriyordu.

"Yüzler var ki, o gün asıktır. Elini kıracak bir azaba uğrayacağını bilir. Can boğaza gelip dayandığında. Etrafındakiler, ‘Şifa verecek kimse yok mu?’ dediğinde. Can veren kimse anlar ki ayrılık vaktidir. Bacakları birbirine dolaşır. Rabbinedir işte o gün sevkiyat." (bkz. Kıyâme, 75:24-30).

"Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Ey Rabbim’ der, ‘beni dünyaya döndür. Tâ ki geride bıraktığım dünyada güzel bir amel işleyeyim.’ Heyhat, onun bu söylediği, boş bir sözden ibarettir. Arkalarında ise, diriltilecekleri güne kadar geri dönmelerine mani bir engel vardır." (bkz. Mü’minûn, 23:99-100).

Babaannem yıllarca mide ağrısı çekti. Durumundan hiç şikayet etmezdi. Rabbinden hep şifa dilerdi. Yaşamının son yılında yemek borusu kanserine yakalandı. O da bu gezegendeki yaşam süresini ve sınavını tamamladı. Son nefesine kadar bir Yaratıcının varlığını ve uluhiyetini ilan etmeye çalışmıştı. Nefsi bunu yapmasını hiç istememişti. Yıllar boyu nefsi babaannem ile uğraştı durdu. Hep vehimler vermeye çalıştı. Kendi başına var olmasına; Yaratıcı adına değil, kendi adına yaşaması gerektiğine; herşeyin kendi başına var olduğuna; yaşamak için bir Yaratıcıya gerek olmadığına; hele şu modern teknoloji çağında Yaratıcıya hiç gerek olmadığına; insanın kendi yolunu kendisi çizmesi gerektiğine hep inandırmak istedi. Babaannem kolay pes eden biri değildi. Yürekliydi. Cesurdu. Zor olanı tercih etmeye çalıştı hep. Nefsin vehimlerine karşı koymaya çalıştı. Yaşarken yaşantısıyla tekrar edip durduğu gerçeği son anda da ilan etti: "Hayatı veren ölümü de verendir." Hayatı boyunca kâinatta hiçbir varlığın ilah olmayacağına inanmıştı. Ölüm anında bunu bir kere daha tekrar etti. "İlah olan ancak O’dur: Lâilâheillalah" dedi ve sustu. Kendine verilen görevi tamamlamıştı. Kendisi gibi hiçbir şeyin ilah olamayacağını, ancak Zât-ı Zülcelâl’in ilah olduğunu anlamak, kendi zâtında hiçliğini kabul etmek ve kendinde görünen bütün şeyleri O’na vermek, onun yaşama amacı olmuştu.

Hem Nietzsche, hem de babaannem kabirlerine yalnız girdiler. Arkalarında herşeyi bırakarak. Nietzsche "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum" derdi. Babaannem ise "Ben varken her daim ölüm var, ölüm varken ben her daim var olacağım" derdi. Nietzsche yanılmıştı. Zannettiği şekilde, ölüm var olunca yok olmamıştı. Yok olmamıştı, ama ruhu yokluk acısını çekmeye devam ediyordu. Ruhlar âleminde onu karşılayacak hiçbir yaşadığı an yoktu. Kendi adına yaşadığı her hal ve her an yok olmuştu. Dipsiz bir kuyuya doğru düşmeye devam ediyorduóbir de buna pişmanlık duygusu eklenerek. Bir imkân olsa yeniden başlamak isterdi. Ama o dipsiz kuyudan çıkış yoktu. Tercihini bilerek yapmıştı.

Babannem ölünce Rabbi adına yaşadığı her anı ve her halini yanında buldu. O anların hiçbiri yok olmamıştı. Bu yüzden kolayca ölmüştü. Hiçliğe ve yokluğa değil, Rabbi adına yaşadıklarını karşılamaya gidiyordu.. Yaşadığı her ne varsa onlara razı olduğu ve sevdiği gibi, ölümü de sevmişti. Yaptığı tercihten pişman değildi Tercihini bilerek yapmıştı.

"De ki. ‘Orada (yeryüzünde) yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.’" (bkz. A’raf, 7:25).

Nietzsche ve babaannem yokken yeryüzüne gönderildiler. Yeryüzünde yaşadılar. Burada öldüler. Ve buradan çıkarıldılar. Ruhları yaşamaya hâlâ devam ediyor. Kendilerine ait olan, yalnızca birer tercihti. Bizim onlardan tek bir farkımız var. Hâlâ sınanmaya devam ediyoruz. Hâlâ tercihler yapıyoruz. Ve tercih ettiğimiz her şık, diğer şıkkın dışlanmasını da içeriyor.

Nietzsche ve Babaannem Kitabını İncelemek İçin Tıklayın!

Mustafa Ulusoy

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş