1.992 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Sağ tarafı hemen hiç tutmuyor. Oraklayarak yürüyor. Önce sol ayağını ileri atıyor, sonra sağ ayağını genişçe bir kavis çizerek solun yanına getiriyor. Konuşulanları anlıyor ama konuşamıyor. Kelimeler içinde sıkış tıkış. Bastıra bastıra tüyle doldurulmuş yastık gibi. Ancak kesik kesik iniltilerle meramını anlatabiliyor.

Sabahın altısında kızı onu pencerenin önüne yerleştiriyor, fiskos koltuğuna. Tülleri, perdeleri sıyırıyor. Seyir başlıyor.

Sabah bereketiyle geliyor. Erken kalkan yol alır misali pazarcılar karanlığı yara yara yol almışlar. Kasalar kamyonetlerden indiriliyor. Çadırlar geriliyor. Domatesler, taze fasulyeler, barbunyalar tek tek diziliyor. Pırasaların uçları kesiliyor. Sergiler özene bezene açılıyor. Anadolu'da pazar yerine sergi denirdi. Bu kelimeyi çok sevdiğini hatırlıyor. Bir köşede pazarın çaycısı çay kaynatıyor. Simitleri ortadan kesiyor, arasına krem peyniri bıçakla bir güzel sürüp tekrar kapatıyor. Sonra tepsiyi üç yüz altmış derece döndürerek bildik numarasını yapıyor.

Peynirci de tezgâhını açıyor. Eski ve taze kaşarları, İzmir tulumlarını, Van'ın otlu peynirini itinayla yerleştiriyor. Siyah ve dolma zeytinleri de yanına koyuyor peynirlerin. Uzaktan uzağa görüyor bunları yaşlı kadın. Göremediklerini hayalinde tamamlıyor. Burnuna keçi sütünden yapılmış peynirin kokusu geliyor. Mümkün olsa da şu tulum peynirinden alsa. Kocası ne çok severdi. Her pazara çıkışında o seviyor diye alırdı. Kocası öldükten sonra da sanki onun vasiyeti gibi almaya devam etmişti.

Saat 10'a doğru pazar biraz daha kalabalıklaşıyor. Eşini işine, çocuklarını okula yollayıp evin ilk işlerini de bitiren ev hanımları pazarın yolunu tutuyor. Pazarcılar birbirlerine laf atıp şakalaşıyor. On bire doğru yağmur çiselemeye başlıyor. On gündür havalar iyice soğudu. Bugün hava puslu, soğuk, kasvetli, diyor kendi kendine. Böyle günlerde pazarın rüzgârı daha bir sert eser, iliklerine işler insanın. Sığınılacak yerleri yoktur pazarcıların. Eller cepte, burunlar kızarmış, naylonların altına giriyor tam karşıdaki sebze meyveciler. Allah kolaylık versin, onlar da böyle rızık peşinde, diye düşünüyor.

Altı ay öncesiydi. Sol beyin orta damarında bir hareketlilik vardı. Bu damar tıkanınca beyne giden kan akımı iyice azalmış, sağ tarafına felç inmişti. Aniden. Konuşulanları anlayabilse de kelimeleri söyleyemiyordu. "Afazisi var, zaman alacak ama iyileşebilir." demişti doktor. İki hafta hastanede yatmış, sonra kızının evine gelmişti.

Artık günlük işlerini yapamıyor. Gece gündüz çalışmaya alışmış. Pazara gidemiyor, İzmir tulumundan alamıyor, torununa kahvaltı hazırlayamıyor. Ne yapsa da işe yarasa. Sonra...

Sonra kader ona gülümsüyor. Bir gün üniversite bire giden torununun telefon görüşmesine şahit oluyor. Torunu arkadaşına heyecanlı heyecanlı o gün gittiği sohbette konuşulanları aktarıyor. Defterini açıp aldığı notlara bakarak. Zar zor bazı cümleleri yakalıyor yaşlı kadın. "Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yaratmış. Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor." Torunu arkadaşıyla uzun uzun sergi üzerine konuşuyor. Sergi kelimesi onun da dikkatini çekiyor, hayalinde evlerinin önündeki pazar yeri canlanıyor. Konuşmayı belleğine iyice kazımaya çalışıyor. Sonra torunu "O da ona mukabil: 'Mâşâallah' diyerek takdir ile, 'Bârekâllah' diyerek tahsin ile, 'Sübhanallah' diyerek hayret ile, 'Allahü Ekber' diyerek istihsan ile mukabele eder." cümlelerini aktarıyor. Yaşlı kadın, bu dört kelimenin Yaratıcı'ya bir mukabele olduğuna dikkat kesiliyor. Sohbette bu cümleleri okuyan kişi bunların ona kadar ulaşacağını bilmiyor. O ise her şeyi biliyor.

Artık kendine önemli bir iş ediniyor hapis kaldığı bedeninde. Varoluşunu anlamlı kılan bir iş. Semt pazarı ruhuna bir pencere açıyor. Sabahın erken vaktinden akşamın karanlığına dek gözlerini sergiye dikerek "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhanallah ve Allahü Ekber" diye tekrarlıyor. Torununun okuduğu cümleler belleğinde tam olarak yer etmediği için çoğu zaman hangi kelimenin neyin mukabelesi olduğunu karıştırıyor. Olsun diyor kendi kendine. Melekler düzeltir. Bu, annesinin lafıydı. "Allah'ım, meleklerine noksanlarımı düzelttir." diye dua ederdi annesi. Hayata bu dört kelime ile tutunuyor artık. Bir işe yaramıyorum duygusundan kurtuluyor.

Erenköy semt pazarında bir uçtan diğer uca yürüyordum. Daralmış ruhum pazardaki sergileri temaşa ettikçe açılıp genişlemişti. Hayalhanemdeki hikâyenin sonunu nasıl bağlayacağımı bilemiyordum ama semt pazarlarının tefekkür için bulunmaz yerler olduğundan emindim.

Mustafa Ulusoy

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş