Kur’an ve Psikiyatri - Dr. Yusuf Karaçay

2.732 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Psikiyatri son zamanların yıldızı yükselen bilim dalı. Birçok insan, insanı ve hayatı psikiyatrinin veri ve kavramlarını esas alarak değerlendirmeye çalışıyor.  Bu nereye kadar doğru?

Soru Freud’un görüşleri ile İslam alimlerinin nefis kavramı hakkındaki açıklamalarını bir arada değerlendirdiniz mi? Arada bir uyum yok mu sizce? Meselâ Freud’un ‘id-ego-süperego’ üçlemesi, bizim ‘nefis-benlik-vicdan’ tariflerimize benzemiyor mu? Freud’un tespitlerini İslâmî kavramlarla bağdaştıramaz mıyız?

Cevap Freud’un bazı görüşleri, İslamî kavramlara da kısmen uyabilir. Meselâ, bahsettiğiniz ‘id-ego-süperego’ üçlemesinin ‘nefis-benlik-vicdan’ üçlemesine hayli benzediği açıktır. O da kendince gerçeği bulmaya çalışan, hayli de zeki bir insandı ve bazı doğrulara yakınlaşmıştı. Zaten, “Her fırka-i dalalette bir dane-i hakikat bulunur.” Yani, her yanlış fikrin tamamen yanlış olması gerekmez.

Ancak Freud, birçok yerde büyük, hatta komik hatalar da yapmıştır. Bu, bugün bilimsel olarak, hatta taraftarlarınca dahi kabul edilmektedir. Meselâ o, süperego’nun sadece bilinç düzeyinde olduğunu; bilinçaltının ise tamamen id denilen dürtülerden oluştuğunu iddia eder. Oysa meselâ suçluluk duygusu hem (onun tabiriyle) süperego’ya aittir, hem de bilinçaltı bir süreçtir.

Veya onun neredeyse yok saydığı, görmezden geldiği ölüm gerçeğini, yok olmaktan korkmayı, bugünkü psikiyatri bilimi en temel bir problem olarak görür. “İnsan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır ve bu, insan için en önemli stres kaynağıdır” denilir. Oysa Freud’un âleminde ölüm gerçeği yok gibidir. Bin dereden su getirir de, ölüm vadisine uğramaz. Freud’un, annesinin ölümünden sonra depresyona giren bir çocukla ilgili meşhur bir analizi vardır: “Anne objesini, ölümünden sonra içselleştirmiş; ama ona karşı olan ambivalan duygularından dolayı, süperego anksiyetesi yaşayıp depresyona girmiş, falan filan…” Bu yorum, günümüzde psikiyatri çevrelerinde neredeyse gülerek karşılanmakta ve “Onca ince mekanizmayı görüp de apaçık ve dehşetli ölüm gerçeğinin bu depresyondaki rolünü görmemek nasıl bir analizdir?” denilmektedir.

İslâmî tarife hiç uymayan bir diğer nokta olarak, onun süperego tanımı, aile ve toplum baskısı ve tepkileri sonrası gelişen, yani kökü dışarıda bir kavramdır. Doğuştan gelen fıtrî bir temeli yoktur. Oysa bizim vicdan dediğimiz his, insanın doğuştan sahip olduğu bir ‘fıtrat-ı zişuur’dur. Sadece yapılması, yapılmaması gereken şeyleri değil, bazı hakikatleri de fısıldayan bir histir.

Freud’un bunlar gibi birçok açık hatası, bugün psikiyatri ile uğraşanların malumudur. O yüzden, onun psikiyatri âleminde bile artık tam kabul görmeyen fikirlerini esas gibi kabul edip, İslâmî terimleri onlarla tefsir etmek çok yanlış olur.

Aslında belirtmem lazım ki, sizin gibi soru soranlar da olmasa, Freud’un adını unutacağım neredeyse. Zira bugünkü psikiyatri dünyasında Freud’un görüşleri pek kabul görmemekte ve onu onaylayanlar bile fikirlerini ancak hayli değiştirerek kabul etmektedirler.

Soru Bilim âleminde Freud artık terk ediliyor ve doğruya yaklaşma var yani?

Cevap Doğruya yaklaşma tabirini ihtiyatlı kullanmak lazım. Zira, en azından psikiyatride hâlâ hakim olan meyil, dine soğuk bakan anlayıştır. Hatta, ölüm konusunda Freud’u eleştiren Yalom dahi ateisttir. Ölümün önemini kabul eder ama, çözümü yine dinin dışında aramaya çalışır.

Zaten, esas önemli olan nokta şu: Kur’ân ile materyalist bilim arasındaki asıl fark, tesbit ve isimlendirmeden de önce, bakış açısıdır. Kur’ân herşeye Allah hesabına bakar, inançsız bilim ise bizzat kendisi hesabına. Meselâ, bir yazıya, harflerin şekilleri, büyüklükleri, renkleri gibi özellikleri için, yani bizzat o yazının kendisi için bakmak başkadır; yazının ifade ettiği mânâ için bakmak bambaşkadır. İşte bu temel bakış açısı noktasından, dini dışlayan bilim ile, Kur’ân’ın tarzı arasında dağlar kadar fark vardır. Materyalist bilim herşeyi (ve tabiî insanı da) kendisi için var olan, bizzat kendisini gösteren ve kendisine hizmet eden varlıklar olarak görürken, Kur’ân herşeyi Yaratıcısına nisbetle ve yaratılış hikmetine göre ele alır.

O yüzden, sadece Freud ve takipçileri değil, genel olarak ‘modern’ psikiyatristler, ego’yu (benliği) bizzat kendisi için var olan ve kendi çıkarlarını korumaya çalışan bir kişilik elemanı olarak tarif ederken; İslâmî açıdan benlik, elindeki kabiliyetleri Allah’ı tanıyabilmek için kullanan, kendisi adına var olmayı değil, Yaratıcısını bulmayı hedeflemiş (ya da öyle kullanılması gereken) bir araçtır. Yine materyalist psikiyatri, malum üçlemede önceliği id (yani nefis)’e verir, “Esas amaç, usulünce de olsa, id’in tatmin edilmesi, deşarj olmasıdır; ana hedef zevktir” der. Oysa Kur’ân, esas olarak vicdanın hakim olması, nefsin ise terbiye edilmesi gerektiğini ifade eder ve esas amacı Allah’ın rızası olarak gösterir. Burada nefis sadece bir itici güç, bir binektir. Dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gereken bir binek.

Zaten Yaratıcı unutulsa ya da düşünülmezse, ona yönelik manevî yönler de anlaşılmaz, görülmez. Oysa insan, Kur’ân’ın ifadesiyle, ancak ve ancak Allah’a kul olmak, O’nu tanımak ve O’na ibadet etmek için yaratılmıştır. Bu şu demektir: İnsana verilen tüm kabiliyetler de (akıl, vicdan, benlik, nefis, hayal vs.) ancak Allah’ı tanımaya, ona yönelmeye vesile olmak için verilmişlerdir. Bu ilişkiyi yok farz edince o kabiliyetleri hakkıyla anlamak (ve tabiî, tatmin etmek de) mümkün değildir. Allah’ın, Kendisine kul olsun diye, Kendi isimlerinin aynası olsun diye, ona verilmiş küçücük ölçücüklerle Rabbini bulsun diye yarattığı insanı, Allah’ı düşünmeden nasıl doğru tanıyabilir ve tarif edebiliriz ki?

Meselâ bir otomobil düşünün. O otomobili, yapımcı firmayı, üretim amacını, kullanım kılavuzunu bilerek incelemek ve kullanmak başkadır; ne işe yaradığını (hatta taşıt olduğunu bile) bilmeden değerlendirmek bambaşkadır. Bir adam düşünün ki, o otomobilin bir hedefe gitmek için yapılmış bir ulaştırma aracı olduğunu dahi bilmiyor (ya da kabul etmiyor). Ona bir araba verdiniz. Eğer kullanma kılavuzunu okumazsa, açıklamaları da dinlemezse, o arabayı küçük bir ev, lüks bir baraka gibi düşünecektir muhtemelen:

“Koltukları da rahatmış, iyi uyunur. Aydınlatma da var. Şu dışarıdaki lambalar da süs ve eğlence için olmalı. Ama nedense tuvalet koymamışlar? Bu büyük simit gibi şeyi de, kitap okurken rahle gibi kullanabilirim. Ama yok, pek işe yaramıyor; sökeyim bari, kalabalık etmesin. Şu üzerinde rakamlar olan kol da anlamsız, onu da atalım. Motoru da sanırım kalorifer için koymuşlar. Ama bu kadar büyük bir motor, kalorifer için fazla değil mi? Yine de iyi ısıtıyor. Aslında bu şey, bir ev olarak çok uygun sayılmaz ama, ne yapalım, idare edeceğiz.”

Aynen onun gibi, insanı da ‘bu dünyaya bir imtihan için gönderilmiş ve Yaratıcısını tanıyıp O’na kulluk edecek kabiliyetlerle donatılmış ve böylece O’nun rızasını ve sonsuz bir cenneti kazanmaya aday bir kul’ olarak değil de; ‘tesadüfen dünyaya gelmiş, çok yetenekli ama kısacık ömürlü bir konuşan hayvan’ nazarıyla görenler, insandaki muazzam his ve kabiliyetleri böyle basit, hatta komik bir nazarla değerlendirir, büyük hatalara düşerler.

İlk başta bahsedilen bazı benzer tesbitler konusuna bir de şu açıdan bakabiliriz: Bizim ‘nefis, vicdan, benlik’ üçlememiz asırlardan beri vardır ve haktır da. Hak olduğunu, Freud’un bile bu tariflere yakınlaşması ile de görüyoruz zaten. Onların tam doğruyu bulup bulmaması, kendi sorunlarıdır. Ne zaman ki Kur’ân’ın tesbitlerine yaklaşırlar, o zaman doğruyu bulmuş olurlar. Ve o zaman da biz onların hesabına seviniriz, Kur’ân hesabına değil. Zira Kur’ân’ın bilimin onayına ihtiyacı yoktur. Bilim düşünsün.

Zaten her atılan taşın peşine koşmak, her kabul gören teoriyi Kur’ân’a uydurmaya çalışmak, habire minder dışına çıkmaya yol açar. Böyle yapan ve orta yol bulmaya çalışanların, bir süre sonra maalesef saf değiştirdikleri de çok görülmüştür.

Soru Fikirlerinize katılmakla birlikte, Freud ve benzeri ilim adamlarına yönelik tarzınızın biraz küçümseyici olduğunu düşünüyorum.

Cevap Eğer denilirse ki: “Siz necisiniz ki bu meşhurlara karşı meydana çıkıyorsunuz? Siz sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına nasıl karışıyorsunuz?” Biz de deriz ki: “Kur’ân gibi bir üstadımız varken, yolunu şaşırmış felsefenin ve pusulasız aklın talebeleri olan o kartallara, hakikat noktasında, sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değiliz. Biz onlardan ne kadar aşağı isek, onların üstadı dahi, bizim üstadımızdan bin defa daha aşağıdır. Evet, büyük bir padişahın emrindeki küçük bir asker, küçük bir şahın büyük bir komutanından daha güçlüdür.”

Bizler kendi nefsimiz itibarıyla ne kadar aciz, cahil ve eksik olsak da, Allah’ın kelamı olan Kur’ân elimizde varken, dinsiz felsefeyi, materyalist bilimi beş paraya almayız. Onlarla ortak noktada buluşmak ve onların da onayını almak için eğilip bükülmek değil, her bir Kur’ân hükmünün, bilimin eli yetişmediği muazzam hakikatleri içerdiğini ilan ve isbat ederiz.

Bu yüzden de bazı Müslümanların, günümüzde inkârcılığın neredeyse temellerini oluşturan Freud’cu düşünce gibi fikirleri—gösteriş, reklam ve yaygaralarına kanıp—kesin gerçekler zannedip Kur’ân ile uyuşturmaya çalışmalarına karşı çıkıyoruz.

Kur’ân’ın onların onayına ihtiyacı yok. Ve Allah’ın safında olan tek bir kişi bile, çoğunluktur. Meşruiyet, onaylanma derdini onlar düşünsün.

Nitekim Kur’ân’daki “Onlardan yüz çevir; Allah sana yeter!” hitabına mahzar olan Resûlullah’ın (a.s.m.) tarzı da böyle idi. O, iddialarını biraz yumuşatmasını, biraz alttan almasını, hiç olmazsa bazı önemli putlara saygı göstermesini rica edenlere, gelen vahye tebliğ edip, malum cevabı vermişti: “Bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız bile…” Ve yine, Kâfirûn sûresindeki “Leküm dîniküm veliyedîn” (Sizin dininiz size, benim dinim bana) âyetinin mânâsı da buna yakındır: “Ey kâfirler! İnançlarımız ve bakış açılarımız arasında dağlar kadar fark var. Doldurup orta noktayı bulamayız. Siz kendi yolunuza, biz kendi yolumuza.”

Zaten bilirsiniz ki, aslî hak kitap olan İncil’in zamanla tahrif edilmesi de kısmen bu sebeple olmuştur. Zamanlarında akıl ve bilim kılıfındaki her iddiayı kesin gerçek kabul eden bazı ruhbanlar, İncil’deki ifadeleri onlara uydurmak için habire değiştirmiş, bozmuş, sonunda çoğu yeri gerçekten akıl ve bilim dışı olan bugünkü ifadeler ortaya çıkmıştır.

Soru Peki, bugüne kadar niçin dünya çapında bir psikoloji veya psikiyatri uzmanı yetiştirmedik? Nerede yanlış yapıyoruz?

Cevap Son dönemlerde Müslümanlar olarak özgün fikirler üretemeyişimiz ve İslâm âleminin bilimsel olarak geri kalmışlığı maalesef bir gerçektir. Ancak, “Pas tutmuş, kirlenmiş bile olsa bir altın, parlak ve boyanmış bile olsa bir tenekeden kıymetlidir.” Birkaç asırlık bir durgunluk dönemi yaşadı diye, ondört asrı aydınlatan “İslâm’da bir hakikatsizlik mi var?” vehmine düşmek, anlamsız olur.

Kaldı ki, zaten bizim geri kalmışlığımız, Kur’ân’a bağlı olmamız sebebiyle değil, tersine Kur’ân’dan kopmamız sebebiyle olmuştur. Buradan çıkış yolu da, Bati felsefesinin kokuşmuş ve haktan sapmış prensiplerini İslâm’a yamamak değil, doğrudan doğruya Kur’ân’dan ilham alıp, iman esaslarının gözlüğü ile insana, kâinata, ilimlere bakmak ve taze bir sentez yapmaktır. Ancak o zaman orijinal çalışmalar üretip bilimsel ve maddî yönden de ileri gidebiliriz.

Dr. Yusuf Karaçay (Zafer Dergisi)

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş