2.902 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Pencere"Bir nehirde bir kez yıkanılır" diyen filozofun sözünü bir başkası şöyle karşılıyor, “Yok hayır! Bir kez bile yıkanamazsın.” Biz bu sözü, hep nehrin akıp gidişiyle mânâlandırırdık. Oysa akıp giden insandır, insanın hayatıdır.

Her gün bir başka insanız, değişiyoruz ve bir şeyler kaybetmekteyiz. Doğduğumuz andan beri, ölüme doğru gidiyoruz. Uzayın uçsuz bucaksızlığına bakıp da, ebediyyen yaşayacakmışız zannedip, bu fâni âlemden nefsimize bir pay çıkarmayalım. Şu pırlanta yüzlü semânın altından kimler geldi, kimler geçti...

Ömür ağacının yaprakları zamanın dallarından bir bir koparken, biz yine en küçük işimizde, bu en büyük meselemizi unutmuş olarak yaşar dururuz.

İnsan bu, çok kolay hatırladığı gibi, çok çabuk unutmak da ona mahsus.

Herkes ondan nasibini alacağı ve bir kısmının aldığı halde kimsenin üzerinde görmek istemediği bir beyaz elbisedir ‘kefen’...

Uzay çağında, gündelik koşuşturmalar, araba klaksonları, zıpçıktı şarkılar ve çağın bütün gürültüleri içinde biz, televizyonun uzaktan kumandasının tuşları arasında gezinirken parmaklarımız, unuttuğumuz bir âkıbettir ölüm...

Yine de akıl, ölümü(nü) düşünmekten alıkoyamaz kendini. Ancak nefsimiz, hilesini yapmaktan da geri durmaz, bütün insanların ölümünü kabul ettiği hâlde kendi sonunu, hep en sona saklar. Daha doğrusu sıranın en sonuna!

Şimdi acaba ömrümüzün neresindeyiz?

Sıranın sonu bize kaç adım, kaç insan, kaç ayrılık, kaç acı, kaç Fatiha uzaklıktadır acaba? Hangi insan için olursa olsun meraka değer bir soru.

Cahit Sıtkı Tarancı, sanki o kapıları tıklıyor:

“Ve gönül Tanrısına der ki;

Pervam yok verdiğin elemden

Her mihnet kabulüm yeter ki,

Gün eksilmesin penceremden.”

Ruh; her acıya rağmen yine ışık, yine hayat, yine de yaşamak istiyor. Çünkü dünya o kadar tatlı ki, bir gün ondan ayrılacağımıza inanmak bile insana zor geliyor. Acaba gideceğimiz yer, şu yerini bir türlü dolduramadığımız dünyadan kötü bir yer midir?

Ölüm bir bitiş mi, bir yok oluş mu? Elbette hayır. Her bahar çiçeklerle dirilen yeryüzü ve her sabah yeniden yaratılan hayatlar da buna hayır diyor. Ölüm bir bitişin, bir sona erişin ifadesi değildir. Aksine ölüm, yeni ve ebedî hayata geçişin ilk basamağıdır. Toprağa atılan bir tohumun çürüyüp açılması, gülümseyen bir çiçek olarak karşımıza çıkmasını netice verir. Tohum için hep tohum olarak kalmak, bir çiçek olup açmaya, baharda yeniden doğmaya tercih edilmez mi dersiniz?

Evet, ölüm bir diriliştir; ayrılmak değil, kavuşmaktır; bir mekân değişikliğidir.

Bir evden diğer eve geçiştir ölüm.

Demek ki ölüm, yepyeni bir hâle ve hayata geçişi ifade etmektedir.

Dünyaya sığmayan binlerce duyguları olan insan, cismen ve ruhen bu duygularının da tatmin edileceği daha mükemmel bir âlemde ebediyen yaşamaya namzettir.

Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle işaret ediyor: “Şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç (dercedilmiş) olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzettir.” (Sözler)

Ruh sonsuzluğu istediği gibi, beden de sonsuzluğu ister. İkisinin bir arada, sonsuza dek rahat edebileceği tek yer orasıdır.

Uyumak bir nevî ölüm,

Uyanmak güzel be gülüm.

***

“Hem, anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinât, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü, bir zaman lezzet verse, firâkıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihânı açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinât ibret içindir,Haşiye şükür içindir, usûl-ü dâimîsine teşvik içindir, başka gayet ulvî gâyeler içindir.

“Hâşiye: Evet, mâdem herşeyin kıymeti ve dekâik-ı san'atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde, müddeti kısa, ömrü azdır. Demek, o şeyler numûnelerdir, başka şeylerin sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır; öyle ise, elbette ‘Şu dünyadaki o çeşit tezyinât, bir Rahmân-ı Rahîmin, rahmetiyle, sevdiği ibâdına hazırladığı niâm-ı Cennetin numuneleridir’ denilebilir ve denilir ve öyledir.

Selim GÜNDÜZALP

Yeni Asya Gazetesi

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş