2.396 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

I. EBEDİYETE programlanan bir bünye için, hiçbir şey, ebedî olmak kadar değerli değildir. Yok olmak ise, bunun tam tersine, insana sadece korkunç görünen birşey değil, aynı zamanda aklın da alamayacağı birşeydir.

Rıza Tevfik, buna ne de güzel dile getirir:

“Yokluk ukûle rehzen, varlık nedir bilinmez!

Bir şüphe var ki rûşen, bilinmekle hiç silinmez.”

Yani: “Varlığın sırrı nedir, bilinmiyor. Yokluk fikri ise, zaten bütün akılların yolunu kesmiş, meşgul ediyor. Fakat, yine de, bilinmekle silinmeyen bir şüphe mevcut ve parlıyor.” Buna rağmen, yokluğun, herhalde yok olduğu için, tarifi de yoklar arasında kalmış; yapılamamış. Ve bu soğuk kelimeyi uyanık vicdanlar kibarca kapı dışarı etmişler.

Bir misal olması bakımından şu muhasebeyi dinleyelim:

“Küçüklüğümde—hayalimden—sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesi, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım, birincisinden ‘âh’ çekti. ‘Cehennem de olsa, beka isterim’ dedi.”

Evet, madem fani dünya lezzetleri bu pazarlıkta akıl ve hayali dahi doyuramıyor; elbette, sair duygularımızın da ebediyetle ne kadar alâkadar olduğu açık olsa gerektir.

Yokluğu fena gören ve bekayı merak eden bir sima aradığımızda, karşımıza Tanzimat edebiyatının meşhur ismi Abdülhak Hamid çıkıyor. Dilerseniz, onu bir dostunun hatıralarından dinleyelim:

“Ölümden korkmaz, yok olmaktan korkardı. Onun nazarında, ölüm başka, yok olmak başka idi. Bir gün, bana:

—Ölüm hoş, fakat adem [yok olmak] boş, demişti.

Onu korkutan, işte bu boşluk, yani yokluktu. Onun için, Akif Paşa’nın meşhur kasidesinde methettiği ademe, Abdülhak Hamid ömrü boyunca isyan etmişti. Hatta, son günlerine doğru, bir akşam bu isyanını şöyle anlattı:

—İnsan, vücuda gelmeden önceki ademe tahammül edebilir. Çünkü, mevcut olmadan önce vücuttan habersizdir. Fakat, vücudun ne olduğunu anladıktan sonra, cehennem bile ademe tercih edilir. Çünkü, ateş bile yokluğa nisbetle varlıktır. Onun için, cehennem bile, Allah’ın insanlara bir mükâfatı demektir.”

Nefis bir terennüm... Mükemmel bir duyuş...

Hele, Bediüzzaman Hazretlerinin bu cümleden olarak cehennem ve yokluk fikrini mukayese ettiği şu tesbitleri de dikkate alınırsa:

“. . . Eğer sen cehenneme girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya cennette mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlerine mazhar olurlar. Demek, her halde cehennemin vücuduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennemin aleyhinde bulunmak, ademe [yokluğa] taraftar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır.”

Bu cümleleri hatırda tutalım, ve tekrar hatıraları dinlemeye devam edelim:

“Hamid, yalnız ruhun bâki kalacağını kâfi görmez; ‘Çıplak bir ruh kalmaktan ne çıkar? Ben ahirette de, dünyadaki cismimle yaşamak isterim. Cismin bekasıyla ikiz olmayan ruhun bekası, yarım yamalak bir beka olur,’ derdi. Nihayet, bir gün kendisine ruhun da bir ‘cism-i latîf’ olduğunu hatırlatınca, çok müsterih olmuştu.”

Ruhun sabit, kendisine münasip, latif bir kılıfı, bir elbisesi olup, ölüm anında bütün bütün çıplak kalmayıp o elbiseyi giydiğini, Bediüzzaman da bildirmektedir. Aynı zamanda, Ehl-i Sünnet itikadına bağlı kalarak dirilişin ve ahiretteki ceza ve mükâfatların ruh ve cisim beraberliği ile olacağını beyanla, Abdülhak Hamid ve o gibi hassas ruhların endişelerine huzur sürmesi çekmiştir de. Meselâ, insanın cismanî hayatta sadece bir dil ile binler tadı, bir kulak ile bütün sesleri, bir göz ile bütün renkleri alışıyla rahmet hazinelerini tanımaya ve ilahî isimlerin tecellisine mazhar olduğu anlatılarak, şöyle denilmekte:

“Şu akıp giden kâinatın büyük bir havuzu ve o tezgâhın işleyip dokuduğu sanatların en büyük teşhir yeri ve dünya denilen tarlanın ebedî mahzeni olan âhiret diyarı, elbette şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve o hiçbir şeyi faydasız yaratmayan O Hakîm ve Rahîm elbette cismanî âletlerin vazifelerine, ücret ve hizmetlerine mükâfat ve ibadetlerine sevap olarak onlara lâyık lezzetleri verecektir. Zaten adalet ve rahmet sahibi bir Zâttan bunun zıddını beklemek doğru değildir.”

Yokluğu fena gören, bekayı merak edenlerin alacağı müjdeler henüz bitmedi. Dilerseniz, yokluk meselesini bir sonraki bölümde muhtelif misallerle işlemeye devam edelim ve bu bölümü Abdülhak Hâmid’in şu beytiyle bitirelim:

“Ben ölmedim, demek ki, tahavvüldeyim bu dem

Ukba hayatı böyle imiş, yok demek adem.”

II.

“Ölümün pençesine düşmeden, pek az insan ölümü düşünür” diyor H. Fielding. Çok doğru. Bir çoğumuz, “ev-iş-okul” üçgenine hapsolmuş, ömür tüketiyoruz. Hele iki ayağı üstünde yükseliş ve yürüyüş mucizesini unutup da hayal ipini fezaya atanların sayısı hiç de az değil.

Ne yapalım?

Biz de onları o halde bırakalım. Hakikatı umumun hesabına dile getirenlere bakalım. Ve dilerseniz, Abdülhak Hamid’le açtığımız bu sahifeyi tamamlayalım, İsmail Hami Danişmend’i dinleyelim:

“Cismin toprakta erimesi, onun en merak ettiği şeydi. Bunun nasıl olduğunu kendi gözüyle görmek isterdi. Hatta, gençliğinde bile duyduğu bu merakın, onu Çamlıca’daki köşkünde tuhaf bir tecrübeye sevkettiğinden bahsederdi. Bir gün, Hamid bahçede tesadüf ettiği bir fare ölüsünün üstüne bir cam kapak koymuş ve her gün bu cam kabrin içindeki fare cesedini yoklayarak nasıl kurtların birbirini yediğini ve daha sonra son kalan iri kurdun nasıl katlanıp bittiğini; velhasıl farenin nasıl mahvolup gittiğini her gün saatlerce seyretmiş ve mezardaki insanın eriyişini andıran bu çirkin manzaradan vücudun faniliğine isyanı öğrenmişti. Kalbindeki imana rağmen, fikirlerinde insanî bir ukde vardı. Bu ukde ölümün ötesindeki meçhul âleme aitti. Acaba orada ne vardı? Varlık var mıydı? Yahut yokluk yok muydu? Yoksa, yokluk mu vardı? Varlık mı yoktu? Adem, mevcut olabilir miydi? Mevcutsa nasıl adem sayılabilirdi? İşte bu meçhuldü. Ve Hamid’in nazarında ölümün yegâne korkunç tarafı da, işte o meçhul ademe giden bir yol olmak ihtimaliydi. İşte bu endişesinden dolayı, son günlerinde uykuyu bile sevmiyordu. Onun nazarında, uyumak birkaç saat için ölmek ve uyanmak da dirilmek yahut yeniden dünyaya gelmek gibi birşeydi. Hatta bir gün:

—Uyuyorsam, bir daha uyanmayacağımı sanıyorum, demişti...”

Abdülhak Hamid’in yokluğa karşı direnmesi, tesadüfle izah edilemez. Bunu ince bir hissiyatın eseri olarak kabul etmekte; kemâl halde olmasa bile, mevcut imanının bir tezahürü olarak görmekteyiz.

Evet, arının kendi varlığını muhafaza etmek için düşmanına iğnesini batırması, arkasında civcivleriyle dolaşan tavuğun var veya yok olma durumunda aslan kesilmesi gösteriyor ki, dünyadaki bütün varlıklar yokluğa karşı varlıkla programlanmış ve topyekün bir direnişe girmişlerdir. İnsanlar için de aynı kaide geçerli değil midir? Meselâ, birçok kişi, kendi şerefinin veya namusunun yok farzedildiğini hissettiği için kâtil olmuştur. Diğer bir ifadeyle, güya izzet-i nefsinin varlığını isbatlamak için bu kötü fiili işlemiştir. Her ne kadar enteresan olsa da, böylece, kendinde yok farzedilen gücün, şerefin var olduğunu topluma anlatmak istemiştir.

Hangi bir misali ele alırsak alalım, yokluğun hiçbir şey, varlığın ise herşey olduğu görülecektir. Yokluktan korkanlar, varlığa koşmuş, onu seçmişlerdir. Sonsuz olanda var olmak istemişlerdir. Kısacası, insanın vicdanından yükselen “Yok olmayacaksınız, ölmeyeceksiniz!” anonslarına karşı uyum halinde olabilmesi için, öldükten sonra var olacağına inanması gerekir. Bu da, sonsuz bir kudretin tanınıp bilinmesiyle mümkündür. Zaten böyle bir kudret sahibi yoksa, hâşâ, insanın öldükten sonra herşeyi ile yok olması daha aklî ve mantıkîdir.

Mütefekkir insan, bir hiç olan yokluğu değil, cehennem bile olsa herşey demek olan varlığı seçmekte tereddüt etmez. Bunun için, Bediüzzaman’ın “Vücudun, velev cehennem de olsun, ademden [yokluktan] daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür” sözü, her bakımdan çok mânâlıdır. Araştırmamızı bu meselenin işlendiği Mektubat’taki bahisten mealen tamamlayalım:

Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlaktır ki, yokluk ve varlık, kudretine, iradesine nisbeten iki menzil gibidir. Gayet kolay bir surette herşeyi oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda, oradan çevirir. Hem mutlak yokluk zaten yoktur; çünkü herşeyi kuşatan bir ilahî ilim vardır. Onun dışında kalan birşey yoktur ki, oraya birşey atılsın. Fakat ilim dairesinin içindeki yokluk ise haricîdir (dıştandır) ve ilmî vücuda perde olmuş bir ünvandır. Bunun için bazı âlimler ilmen varolan herşeyi ‘âyân-ı sâbite’ olarak tabir etmişlerdir. Öyle ise, yokluğa gitmek demek, geçici olarak üzerindeki elbiseyi çıkarıp ilmî ve manevî varlığa gitmektir. Kudret dairesinden ilim dairesine girmektir. Bu misali kendimizde de deneyebiliriz. Kudret dairesinde olan birşeyi, yani bir şiir parçasını ezberledikten sonra buruşturup atsak da, onun yokluğuna hükmedemeyiz. Çünkü, o ilim dairesine geçmiş, akıl ve hafızamızın malı olmuştur ve icap ederse tekrar yazılabilir.

Evet, kâinat sahifesindeki bütün varlıkların ilahî bir kudretle muhafaza edilip saklandığını ve tekrar iade edilebileceğini anlamakta herhangi bir güçlük olmasa gerek. Zaten, kışın toprak altında yok olmayan ve unutulmayan tohumlar, baharla beraber varlığın ve sonsuzluğun şarkısını söylemiyor mu?

Faydalanılan kaynaklar:

İ. H. Danişmend, Tarihî Hakikatler, c. 2.

Bediüzzaman Said Nursî, Asâ-yı Musa, s. 43; Sözler, s. 467; Mektûbat, s. 55-56.

H. Dizdaroğlu, Abdülhak Hamid, s. 16.

Dr. M. Aydın, Müsbet İlim ve Allah.

Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s. 177.

Selim Gündüzalp

Karakalem Dergisi

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş