1.590 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Herkesin zihnindeki ve hayalindeki kötülükleri unuttuğu günlerden bir gündü.

O gün böyle bir gündü.

Günlerden bir gün değildi. Özeldi…

Peki neydi o zaman farklı kılan hayatı?

Öyleyse dinlemeye hazır olun.

***

Güneşin nazla değil, niyazla doğduğu… Başların üzerinde pırıl pırıl parladığı… Kuşların mavi göklerde bin bir seslerle şakıdığı… Rüzgârsız olmaz elbet, onun da bu sofrada fısıltıyla bir şeyler anlattığı…

Hâsılı; muhteşem kâinat korosunun küçük-büyük demeden katıldığı…

Günlerden bir gündü…

Sabahlardan bir sabah…

“Ömrün böyle güzel anları da varmış. Hayat bu işte. Yaşamaya değermiş” dedirtecek cinsten bir sabah…

Seher vaktinin bereketiydi hepsi.

Genç bir adam yatağında doğrulmuş düşünceler içindeydi.

Dalgındı, ama azimli ve ümitliydi.

Günlerdir kendini hiç bu kadar güçlü hissetmemişti.

Neydi o omuzundaki ağırlıklar, o lüzumsuz yükler. Neydi? Çoğu ona ait olmayan fuzuli şeylerdi. Neydi bunlar? Niye kene gibi yapışmış, kanını emmişti? Niye taşımak zorunda kalmıştı yıllarca? Atamıyor, bir kenara bırakamıyordu onları hayli zamandır. Ama olmuştu işte.

Güvenini boşuna çıkarmamıştı Rabbi. Derin ve ağır bir uykudan uyanmıştı adeta…

Demek ki oluyormuş…

Duâ eder gibi açtığı ellerine yakından baktı; temizdi. Kalbini yokladı, o da öyle…

Derin bir “oh” çekti. Rabbine şükretti.

Günahlardan arınmış ve affedilmiş gibi hissetti kendini...

Anacığının yadigârı yarım asırlık sürahiden bir bardak su içti sindire sindire…

Besmeleyle içince, suyun bile tadı farklıydı.

Bir bardak daha içti. Nedense bir önceki lezzeti alamadı.

***

Dünyadaki nimetlerin âkıbeti böyleydi…

Oysa Cennetteki her nimetin her tadımında bile, birbirine benzemeyen farklı zevkler, farklı tatlar olacaktı.

Zaten dünya nimetlerinin Cennetteki asıllarına müşteri olmak için burada değil miydik?

Genç adam, akşam seyrettiği haberleri düşündü. Nasıl bir oyundu bu?

Yıllardır önüne geçemiyor; en kıymetli vaktini bu büyülü kutu, kara delik gibi yutuyordu adeta. Ama artık yeterdi.

Bazen şerden hayır doğarmış derler ya. O da bu çirkin tabloların ardından güzel bir karar almıştı o gece. Ve ilk defa ruhu rahattı, rüyaları bile değişmişti. Kâbuslar gitmişti…

Gerçek hayattan insanı soyutlayan, ideallerinden uzaklaştıran televizyonun fişini o gece çekmişti. Onu uzak bir odaya yolcu etti. Okuması gerektiği kitapları, bir bir o boşluğa yerleştirdi. Epey de okunacak eser vardı doğrusu. Olsun, artık kafası rahattı…

Eski zaman kâhinlerinin düğümler atıp, iplere okuyup üflemelerinin ve büyü yapmalarının yerini, modern zamanlarda kablolar, antenler almıştı adeta. İnsanı en zayıf yanından kendine tutsak ediyordu bunlar.

Tek kıymetli sermayesi olan ömrü, hani buz satan öyküsündeki gibi eriyor, tükeniyordu.

Şükür ki, bu tuzağı fark etmişti. Geç de olsa uyanmıştı. İşte böyle bir sabahtı bu…

Rahmetli baba dostu kuru kahveci Nuri Amca’nın hediyesi olan yeşil kaplı o kitabı, Kastamonu Lâhikası’nı açtı. İçinden bir cümle okudu:

“Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?” diyordu Bediüzzaman. Üstelik bunu 1940’lı yıllarda radyo başına koşanlar, II. Dünya Harbi’nin safahatını merak edenler için söylüyordu.

Karşımızda ebedî bir hayatı ebediyyen kaybetmek ya da kazanmak dâvâsı açılmıştı. Bundan daha önemli ne olabilirdi bir insanın hayatında.

Burada özetle Bediüzzaman, zalimlerin satranç oyunlarından yüz çevirmek gerektiğini ifade ediyordu...

Onlar bizim elimizdeki kudsî nurlara ve elmaslara müşteri olmadıkları halde, bizim kudsî hizmetimizin zararına onların oyunlarıyla oyalanmamızın hata olduğuna dikkat çekiyordu.

***

O gün okumanın önündeki engelleri bir bir aşmayı denedi. En büyük engel olarak gördüğü televizyonun da defterini dürdü.

O gün sayısız güzellikler yaşadı. İçi doğduğu günkü gibi masum ve temizdi.

20 kanal, 50 kamera ile milyonlarca insanın hayatı karartılıyordu. Yalan, riya, şöhret, alkış, dedikodu, gıybet, hâsılı bir yığın Cehennem malzemesi doluydu bu kutunun içinde. Hem de Kur’ân, fasıkların verdikleri haberlere güvenmemek gerektiğini söylüyordu zaten.

Bir çizgi çekti yalan ve günah dünya ile arasına. Sahabe asrındaki gibi kalın bir çizgiydi bu.

Beyaz adamın esir ettiği, esrarlı bir madde ile uyutup uyuşturduğu ve zombileştirdiği Afrikalı zencilerin, tuzlu fıstık yiyerek yıllar süren o ağır uykudan uyanmaları gibi, genç adam da bu sabah tam uyanmıştı.

Risâlelerin uyarıcı ve uyandırıcı etkisini bir kez daha görmüş ve yaşamıştı o gün, hem de hakkalyakîn.

Sahabelerin hayatlarında meydana gelen o büyük değişikliğin sırrını bir derece anlamıştı o gün.

“Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem, câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakâik ve rehber-i kemâlât olurdu.” (Sözler, 27. Söz, s. 451)

Genç adam sahabelerin hayatlarına ve fedakârlıklarına hayrandı. O yolda yürümek ve sahabe mesleğinin cilvesine mazhar olmak için gafletten ayılmak ve uyanmak gerektiğini yakînen anladı ve yaşadı o sabah…

Sonra neler mi oldu? Onu da İnşallah başka yazıya saklayalım olmaz mı?

Hz. Peygamber Efendimiz’e (asm), âl ve ashabına sonsuz salât ve selâm olsun İnşallah.

Nice genç kardeşimizin uyanışına vesile olmayı da Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Selim Gündüzalp

Yeni Asya Gazetesi

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş