3.826 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Halit Bey,

Önce saygı ve sevgiler...

Sizi, okulda birlikte çalıştığımız bir öğretmen arkadaşımın anlattıklarıyla tanıdım. İkimiz de yeni öğretmeniz ve okuldaki ilk yılımız.

Arkadaşım dindar bir insan. Dürüst, arkadaş canlısı ve sevecen. Benim ateist olduğumu bildiği halde, idare etmesini beceriyor. Beni kırmıyor, görüşlerimi anlayışla karşılıyor ve dinliyor. Bu arkadaştan doğrusu çok istifade ettim. Ama istifade ettiğimi ona söyleyemedim.

Israrla size mektup yazıp, kendisine sorduğum soruları, size sormamı istedi. Aslında niyetini anladım. Kendisiyle aynı seviyede olduğumuz için, anlattıklarını kabul etmeme olasılığına karşın, sizden gelecek yanıtların daha etkili olacağını düşünüyor.

Ben bir ateistim. “Ateistim,” diyorum ama bazı şeylerin değiştiğini hissediyorum. Benim ateistliğimin iki temel nedeni var. Birincisi “Bir yaratıcı sorunu”, ikincisi de “ahiret” sorunu. Bunlar benim için hâlâ bir varsayım.

Zaten bu mektup da bu iki sorun için yazıldı. Bana yanıt vermenizi bekliyorum. Arkadaşımın gönlü hoş olsun yeter.

İyi çalışmalar dileğiyle...

MUSA ÖZYİĞİT

TAVSİYELER

Kısa ve samimî mektubunuz için teşekkür ederim. Saklanmadan gizlenmeden, eğip-bükmeden dobra dobra cümlelerle düşüncelerinizi dile getirmişsiniz. Ne kadar güzel ve medenîce... Ayrıca sizi çok etkileyen arkadaşınız öğretmen beyefendiye de tebrikler... Kullandığı metotla, taban tabana zıt bir kişinin ilgisini çekmek ve hayranlığını uyandırmak, takdire şayan bir durumdur.

İnsanlarla iletişim kurmanın incelikleri bilinirse, bir ateistle bir dindarın, uyumlu ve düzenli bir diyalog kurmaları da mümkün oluyor. Özlenen de bu değil mi? Başka türlü, görüşler ve düşünceler nasıl dile getirilebilir?

Sorularınızın cevabını her ne kadar size gönderdiğim kitaplarda bulacağınıza inanıyorsam da, biz yine de Allah’ın ve ahiretin varlığıyla ilgili yapılan bir tartışmayı sunalım:

Bir arkadaşım ODTÜ Felsefe bölümünde okurken bir dönem Bilim Felsefesi dersini almaya başlıyor. Dersin hocası da, konusunda Türkiye çapında bir kişi. Ancak inançsız. Ve daha ilk dersinde “Arkadaşlar” diyor, “Allah’ın varlığı bir varsayımdan ibarettir, aslında böyle bir şey yok. Müslümanlar bütün düşüncelerini bu varsayım üzerine binâ etmişler. Sonra bu temelde sadece bir kabulden ibarettir.”

Bunun üzerine arkadaşım itiraz ediyor ve “Hocam” diyor, “Sizin dediğiniz gibi değil. Biz Müslümanlar, akıl ve mantıkla iman ediyoruz. Ve Allah’ın varlığını, birliğini aklen, mantıken ispata hazırız.”

Hoca “Hele bir ispat et bakalım, nasıl ispat edeceksin?” diyor. Ve arkadaşım anlatmaya başlıyor:

“Bir harf kâtipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz değil mi?”

“Evet?”

“Öyle ise, bir harf bile kâtipsiz olmuyor da, nasıl olur şu muhteşem kâinat kitabının bir yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmuyor da, nasıl olur şu kâinat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy bile muhtarsız olmuyor da, nasıl olur koca kâinat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz?

“O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit. Meselâ bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubu yazanı görmesek de kişiliğini, isteklerini, ruh hâlini, ilgi alanlarını, mesleğini, mevkiini mektubundan anlayabiliriz. Tabiî okumayı biliyorsak. Aynen öyle de; bu kâinat, Allah’ın bizlere kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan, yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif ediyor. Okumasını bilirsek tabiî.”

Hoca beklemediği bu izah karşısında şaşırıyor. Sonra da “Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil” diyor. Arkadaşım ise, bir karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor.

“Hocam, siz atomun varlığına inanıyor musunuz?”

“Evet.”

“Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü? Veya gören var mı?”

“Tabiî ki atomu gören yok. Zaten biz atomun varlığını direkt değil, endirekt yoldan biliyoruz. Meselâ Rutherford ve Geiger altın plâkaya çarpan alfa taneciklerinin izlerine bakarak atomun yapısını anlamışlardır. Yani atomu oluşturan parçacıkların iz ve etkilerinden hareketle atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da ‘çıkarım’ (inference) yolu diyoruz.”

Hocanın bu açıklaması üzerine arkadaşım gülerek “Açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam. Demek ki, az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispat için kullanılan delil gibi, çıkarım (inference) yolu ile ispat oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış” diyor.

Hoca şaşırıyor “Yani bunlar aynı şey mi?”

“Tabiî ki aynı hocam. Neresi farklı ise, söyleyin. Siz ‘Altın plakadaki etki ve izlerden atom ispat ve tarif edilebilir’ dediniz; ben de ‘Kâinattaki varlıklardan, onlarda görünen özellik ve faaliyetlerden Allah’ı ispat ve tarif edebiliriz’ dedim.”

“Yani aynı şey mi bunlar?” diye tekrar soruyor hoca.

Bu esnada herhalde tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler söze girip, “Hocam bırakalım bunları, nereden geldik bu bahse?” diyorlar ve konu kapanıyor. Bundan sonraki derslerde de hoca ile arkadaşım arasında dinî konularda tartışmalar devam ediyor. Hoca hangi dinî inancı tenkit etse mantıklı cevaplar alıp susuyor.

Sonunda ikinci yarı yıl başladığında hoca iyice düşünüp taşınmış, kafa yorulmuş ve artık işi kendince halledeceği bir yol bulacağına inanmış olsa gerek ki, ilk derste konuyu yine dine getirip, kendinden emin bir şekilde arkadaşıma hitaben diyor:

“Bugün bu meseleyi bitireceğiz ve artık gündeme getirmeyeceğiz.”

“Tabiî hocam, bitirelim.”

“Yalnız bu meseleyi bilimsel çerçevede görüşebilmemiz için bazı kriterlere uymamız lâzım. Şöyle ki:

“Bilimsel bir teori için, ‘Her şart altında doğrudur, gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın bu teori doğrudur’ denilirse, o teori bilimsel olmaz, olsa olsa inanç veya ideoloji düzeyinde kalır.

“Yani bir teori ortaya atıldığında ‘Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, şu şöyle ise, bu teori doğrudur. Aksi takdirde bu teori yanlıştır’ denilebilmesi lâzımdır, o teoriye bilimsel diyebilmek için.

“Oysa siz Müslümanlar, Allah’ın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her hâl-ü kârda, her durumda Allah vardır’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor tabiî. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki: ‘Şu şu şartlarda Allah vardır, bu bu şartlarda da Allah yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir.”

Ve hoca arkadaşımı mağlûp ettiği düşüncesi ile sözünü bitirip, muzaffer bir edâ ile cevap bekliyor. Anlaşılıyor ki hoca Bilim Felsefesi üzerine bütün bilgilerini irdeleyip, uzun düşünceler sonrası böyle kritik bir soru hazırlamış. Kritik bir soru, zirâ hiçbir Müslümanın “Şu şartlarda Allah vardır, bu şartlarda Allah yoktur” diyemeyeceğini düşünüyor. Hakikaten de zor bir soru, ama arkadaşım kısa bir düşünme sonrası, Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur” isimli eserlerinde sıkça geçen bir ispat şeklini hatırlıyor ve cevap veriyor:

“Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Şöyle ki: Biz diyoruz ki, kâinatta atomlardan yıldızlara dek uzanan, hükmeden mükemmel bir düzen var. Bu düzenin gerçekleşmesi için,

“1- Ya diyeceksiniz ki, her bir varlık, atomlardan tâ yıldızlara kadar, bu mükemmel düzeni biliyorlar ve bilerek, görerek, şuurla hareket ediyorlar; ki bu durumda Allah yoktur diyebilirsiniz.

“2- Ya da diyeceksiniz ki, bu atomlar, gezegenler, unsurlar vs. akılsız şuursuzdur, öyleyse tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara dek idare eden ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır.

“Birinci şıkkı kabul edeceğinizi zannetmiyorum; zira taşa-toprağa, bitkiye-hayvana, atoma-yıldıza akıl, fikir, şuur vermenin ‘animizm’ diye adlandırıldığını, ilk çağlarda ortaya atılmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki ikinci şıkkı kabul edeceksiniz.”

Hoca şaşırıyor, “Anlamadım?”

“Bir örnekle açıklayayım hocam. Meselâ güneşli bir öğle vakti denizin yüzünde, su birikintilerinde, aynalarda, camlarda, parlak şeylerde oluşan akisleri, pırıltıları, ışık yansımalarını;

“1- Ya diyeceksiniz ki, bunların hepsi kendinden ışık saçıyor.

“2- Ya da diyeceksiniz ki; bunların kendisinde ışık yoktur, bu pırıltılar, yansımalar, gökteki güneşin ışığının akisleridir.

“Aynen onun gibi, yeryüzünde, tüm kâinatta gördüğümüz ve ilim, hikmet, kudret, irade gibi sıfatları gerektiren eserler, olaylar; bütün kâinatın her bir zerresinde akıl, mantık, güç irade sahibi bir yaratıcının faaliyetlerinin yansımaları, akisleri, neticeleridir.”

Hoca derin bir düşünme sonrası sınıftan apar topar çıkıyor. (Karaçay, 2000: 107-110)

***

Allah’ın varlığıyla ilgili bu bölümü, bir zamanların ünlü Bolşevik yazarı Maksim Gorki’nin şu sözleriyle bitirelim:

“Çok düşündüm... Bu sözlerim 40 yıllık bir düşünmenin ürünüdür. Ateist olmayı, Allah’sız olmayı çok istedim. O zaman başıma buyruk yaşayacak, kimseye hesap vermeyecektim. Ama olmadı. Çünkü evrendeki müthiş düzen beni inanmaya mahkûm etti.

“Evet bir Allah var. Hem de erişilmez güce sahip bir Allah! Olmalı da... Yoksa adaletsiz insanlardan kim hesap soracak?”

(Gouzenko, 1973: 80-93)

HALİT ERTUĞRUL

Yeni Asya Gazetesi "Elif Eki"

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş