12.291 Görüntüleme MAKALE 1 Yorum

SUFİLERİN PEK çok veciz sözünden biridir “Allah insana insandan tecelli eder”. Bunu insanın tekamülünün yine bir insanla olacağını anlatarak izah ederler. Nübüvvet hakikatinin anlatımında, bir rehberin öğretimine itimatta, yahut sosyal hayat içinde müminlerin uhuvvetini tesiste çok önemli olan bu hakikat bize “insan”ın öneminden söz eder. Tefekkürü genişlettikçe ve bu söz vechesinden okumalar yaptıkça önümüzde bitimsiz sayfaları olan kocaman bir kitap olduğunu fark etmemek mümkün değil.

“Allah insana insandan tecelli eder”. İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’ın tüm esma ve sıfatları insanda bilkuvve yahut bilfiil vardır. Elbette teşebbüh billah mümkün olmadığı için insan çoğu zaman bu isim ve sıfatları denge ve muvazene içinde yürütemez, kazalar zulümler meydana gelir ancak bu hakikati değiştirmez, yine de “Allah insana insandan tecelli eder.” Çünkü bir hakikat insanca görülmedikçe ve gösterilmedikçe ilmi ilahide var olsa dahi dışsal bir varlık kategorisine çıkmış sayılmaz. Hakikat yaşanmadıkça anlatılamaz, idrak edilemez.

İnsanda Allah’ın cemali isimleri olduğu gibi celali isimleri de mevcuttur, bu yüzden kimi zaman insanın celalli, hatta kahhar oluşuna şahit olabiliriz. İnsanlar bizi kırabilir, incitebilirler. Bazen bunları hak etmediğimizi de düşünebiliriz. Fakat kötünün neden kötü olduğuna dair idrak, yahut merhametin tadı ancak insandan bize ulaştırılırsa anlaşılabilir. Kimi zaman bu kötülüğü yahut merhameti bizzat bize yönelik yaşarız, kimi zaman da başkalarının üzerinden ibret yahut mutluluk duyarız. Ancak Hz. İsa’ya nispet edilen “Ahlakı ahlaksızdan öğrendim” dersini alacaksak, görünürde şer gibi olan hadiselerde bile bir Rabbani terbiye, bir hakikat dersi, bir isim tecellisi görürüz. Çünkü, celal ve cemal tecellileri, iyilik ve kötülük bu dünyada öğrenilir, cennet ve cehennemdeki asıllarına bu yolla talip olunur, orada ise tecelliler farklılaşır, rahmet cennete kahr cehenneme teksif edilir. Ama dünya cennet ve cehennemin beraber iç içe bulunduğu bir mekandır. Öyleyse o ebedi mekanlarda tecellisi azam olacak isimlerin, cüzi tecellileri de burada görülecektir. Kimi zaman bir insan size cehennem hali yaşatacak kimi zaman da cenneti gözünüze yaklaştıracaktır. Hakikat tecellisi en külli ve azam derecede insan üzerinden olacaktır.

Kimi zaman bir günaha düşeriz, bir hata işleriz, bir vakit sonra bir dostumuzun bize beklemediğimiz bir şiddet ve celali ile karşılaşırız. Velev ki işlediğimiz hata veya günahtan o habersiz olsun, bizzat ona karşı bir kusur etmemiş olalım, yine de cezamız kesilmiştir. Üzerimizde Cezalandıran ismi ile Allah bir insandan tecelli etmektedir. Bu karşımızdaki insanın adil mi zalim mi olduğundan bağımsızdır. Bu sadece onun meselesidir. Çünkü insanlar zulmetse dahi kader adalet eder. Ve zalimin elinden bile nasibimize bir esma okuması vardır. Bize hakikat-i halde zulmedilmemiştir, üzerimizde bir isim tecelli etmiş belki bir başka günahın yahut “ah”ın acısı Züntikam ismi ile bir şekilde alınmıştır. Nebiler gibi masumlarda ise bu celali tecelliler cezalandırma değil sadece öğretme amaçlıdır.

Yine kimi zaman kendimizi kalabalık içinde yitip gitmiş, sorumluluklarını taşımaktan yorgun düşmüş, özel olduğumuz konusundaki hayati ve fıtri hissi yitirmiş, çökmüş, yılmış, güvensiz, sevgisiz hissederiz. O zaman hayret verici bir biçimde belki de hiç beklemediğimiz bir insandan bize bir yardım ulaşır, yükümüze el atılır, sırtımız sıvazlanır ve güven aşılanır, “benim için özelsin” denilir, acziniz değil, kuvvetiniz ve gayretiniz hatırlatılır, sizin tam da ihtiyacınız olan şeyler bir doping gibi size enjekte edilir. Bu etkiyi sizin üzerinizde ancak Rahim, Mevla, Vedud, Kadir, Kerim bir Zat’ın halifesi oluşturabilir. Bunun dışında hiçbir tabiat parçası, hiçbir yıldız, hiçbir melek insana kısmen mümkün olsa da tamamen deva sunmaz. Bu anlamda insan merhamettir, dostluktur, koruyup kollamadır, sevgidir, ikramdır, kuvvettir. Hiçbir mahluk insanın derdine insan gibi ortak olmaz, bir orman, bir deniz kıyısı,bir güzel yemek, gökteki ay size, sizi seven bir insan gibi teselli veremez.

İnsan için insan sadece dünyevi bir yaren ve arkadaş değildir. İnsanın Allah’a ayineliği bu dünya ile sınırlı değildir. Bilakis Fütuhat müellifinin Cennet bahsinde anlattığı gibi insanlar cennette toplandığı, ve hatta Allah’ın huzuruna rü’yete çağırıldıkları zaman dahi beraberdirler, “onların hepsi o an tek bir göz olur”. Üstüne üstlük Zat-ı Akdes’i gördükten sonra ve onun kendileriyle konuşmasına muhatap olmanın ardından, cennetlerine, köşklerine, eşlerine, sohbet meclislerine, dostlarına nehir ve bahçelerine geri gönderilirler. Bu onlar için Allah’tan bir ayrılık ve bir azap değildir. Bilakis yepyeni bir tecelli ile O’nun esma ve sıfatına muhatap olmak için giderler. Ondan insan dostlarına dönerler. Ve yeniden rüyete davet edilinceye dek arkadaşlarıyla beraberdirler. Çünkü insan fırlatıp atılacak bir zarf değil, o tekrar tekrar okunacak, biteviye yazılan ve yenilenen, sonsuz bir kitaptır. Hakikatte insan yine sufilerin deyişiyle Kur’an’ın ikiz kardeşidir.

Fütuhat-ı Mekkiyede denilir ki Adn cenneti cennetin başkentidir. Burada Kesib denilen bir yer bulunur,beyaz misktendir. Bir seslenici insanları rü’yetullaha davet eder, onlar da Adn’den, Firdevs’ten, Me’va’dan, Darüsselam’dan, Naim’den toplanır Kesib’e gelirler. Allah Kesib’te toplanan ve kendisini görmek için heyecanla bekleyen müminlere şöyle der:

“Kullarım selam olsun size! Merhaba! Allah size hayat versin! Rahman ve rahim’den, el- Hayy ve el- Kayyum’dan size selam olsun. Siz de, ebedi nimet, el- Kerim’in ödülü ve sürekli kalmayla nefislerini hoş tutunuz. Siz, iman etmiş(ve eman almış) müminlersiniz! Ben de, el- Mümin ve el- Müheymin olan Allah’ım. İsimlerimden birine sizi ortak ettim. Size hiçbir korku olmadığı gibi siz mahzun da olmayacaksınız. Sizler benim dostlarım, komşularım, seçtiklerim, özel adamlarım ve sevdiklerimsiniz. Evimde size selam olsun!

Ey benim Müslüman kullarım! Siz Müslüman, ben ise es- Selam’ım! Evim ise, selam evidir(dar-üs selam). Sözümü duyduğunuz gibi, yüzümü de göstereceğim size. Size tecelli edip yüzümden perdeleri kaldırdığımda, bana hamd ediniz! Bana doğru gelip etrafımda oturunuz ki bana bakasınız ve beni yakından göresiniz! Ben de size hediyeler vereyim, sizi ödüllerle ödüllendireyim, size nurumu tahsis edeyim, güzelliğimle sizi kuşatayım, size mülkümden vereyim. Gülmemle neşelenin, sizi ellerimle sarayım ve size kokumu duyurayım.

Ben, beni görmediğiniz halde taptığınız, sevdiğiniz ve korktuğunuz Rabbinizim! İzzetim celalim, yüceliğim, büyüklüğüm, güzelliğim, ve nezihliğime yemin olsun ki, hepinizden hoşnutum ve hepinizi sevdiğim gibi sevdiklerinizi de seviyorum. Benim katımda, canlarınızın çektiği ve gözlerinizin haz aldığı şeyler vardır. Peşinden gittiğiniz ve arzuladığınız her şey benim nezdimdedir. Siz neyi isterseniz ben de onu isterim. Artık benden isteyiniz! Kuşkusuz Ben cömert, bol bol veren, sözünde vefalı(sözüne sadık) ve doğru sözlü Allah’ım!

İşte sizi evime yerleştirdim, cennetimi size helal kıldım, size kendi nefsimi gösterdim. İşte cömert ve koruyucu elim açıktır ve size uzatılmıştır, onu sizden çekmeyeceğim. Size bakıyorum, gözümü sizden ayırmam. Artık, neyi dilerseniz ve arzularsanız benden isteyiniz. Kuşkusuz size yakınlık gösterdim. Ben sizinle oturuyor ve size yoldaş oluyorum. Artık, ebediyen ne bir ihtiyaç ne bir yoksunluk ne bir ümitsizlik ne bir yoksulluk ne bir çaresizlik ne bir yaşlılık ne bir öfke ne bir güçlük ne de hallerin değişmesi vardır.

Nimetiniz ebedidir. Siz, güvenli bir şekilde cennete yerleşenler, beni görmeyi bekleyenler, ikrama mazhar olanlar ve nimetlenenlersiniz. Bana itaat etmiş ve yasaklarımdan kaçınmış şerefli efendilersiniz. Artık ihtiyaçlarınızı bana bildiriniz ki, onları sizin için benden bir cömertlik ve nimet olarak karşılayayım.”

Müminlerse şöyle cevap verirler: ‘Rabbimiz! Ne böyle bir şey ummuş ne de beklemiştik. Fakat tek dileğimiz, sonsuza değin senin saygın yüzüne bakmak ve senin bizden razı olmandır’ Yüceler Yücesi, Mülkün Sahibi, Cömetlerin cömerdi Allah Teala da şöyle buyurur: (Dikkat ediniz ben varken başka nimete ne hacet denmiyor)“İşte yüzüm! Ebediyen ve sonsuza kadar size görünecektir. Ona bakınız ve sevininiz! Çünkü ben sizden razıyım. Artık nimetleniniz! Eşlerinize gidin, birbirinize sarılın, birleşin. Evlatlarınızla mutlu olun. Odalarınıza girin, bahçelerinizde gezinin! Bineklerinize binin! Döşeklerinize uzanın! Cennetlerdeki cariye ve odalıklarınıza alışın! Rabbinizden size gelen hediyeleri kabul edin! Elbiselerinizi giyin! Meclislerinize gidin ve sohbet edin!”

Sonra Allah, meleklerine şöyle der: ‘Onları köşklerine götürünüz’ Çünkü bu müşahede sonrası kullar iki nedenle yollarını bulmazlar: Birincisi, kendilerini etkisi altına alan görme sarhoşluğu iken diğeri yolda karşılaştıkları iyiliklerdeki artıştır.(yeni ve daha yüksek bir tecelli, her şey başkalaşmış) Bu nedenle köşklerini tanıyamazlar. Melekler göstermeseydi konakladıkları yerleri bilemeyeceklerdi. Yerlerine ulaştıklarında ise, oradaki huriler ve odalıklar kendilerini karşılar. Sahip oldukları her şeyin yüzlerinden bir güzellik, sevinç ve ışık kazandığını görürler. Bu ışığı bizzat kendileri sahip oldukları şeylere yaymıştır (Fütuhat3. cilt sf 21-22)

Etrafını güzel kılan insanın bakışlarından yayılan nurdur. Başkasında gördüğümüz karanlık da bizim körlüğümüzdür. Şüphesiz Rasulullah hüzün yılından sonra çıktığı miractan geri dönüşü onun hakkında bir azap değildir. Bilakis o miraçta edindiği hakikatlerle yeryüzüne yeni bir gözle bakmış, kendisini hüzünlendiren olaylar görünüşte değişmediği halde onun gözlerindeki İsm-i Basir tecellisi değişmiş böylece o her bir müminin yüzünde yenilenen bir tecelli,bir teselli hatta bir müjde bulmuştur. Allah insandan kendine bir pencere açmıştır. Onu Allah’ın önünde perde yapanlar ve sonra da “bir şey göstermiyor” diye kızanlar, yalnızca kendi haklarında perde yaparlar, pencere kılanlar ise ondan ebediyen ayrılmayacaklarını bilirler. İnsan hem kendi nefsinde hem başka bir insanın şahsında Allah’a açılmış bir penceredir, Allah o pencereden görülmektedir.

Kanaatimce bazıları “Allah bize yeter” ayetini yanlış anlıyorlar. Bu eğer “her şey boş fırlat bir yana, sadece Allah’ın zatına yönel, eşya ve insan birer aynadır, onlardan alacağını al ve arkanı dön. “Her şey bir mektubat-ı Rabbaniyedir, oku ve zarfı yırt at” anlaşılacaksa, o zaman Allah bize yalnız kendini vaad eder, cennete davet etmezdi. “Ne lüzum var ben varım ya, size yetmez miyim?” derdi. Oysa sünnetullah böyle değildir. Allah zatının güzelliğini aynalarda bilhassa da onların insan gibi kamil olanında görmek arzusundadır, ve bu mukaddes arzu sadece bu dünya ile sınırlı değildir. Yüksek bir tecelli ile ahirette de devam edecektir. Bu yüzden Allah’a kavuşan ve O’nu gören kullar, dönüp sevgililerini ve dostlarını daha çok sevecek, onlarla beraberlikten yeni bir tecelli okuyacak, her tecelliden Allah’a ilişkin marifetleri artacaktır. Allah’ın esmasının mertebeleri sonsuz olunca tecelli merdiveni de bitimsiz olacaktır. İnsan bir sarmal gibi eşyadan Allah’a, Allah’tan eşyaya dönecektir. Ve her döngü bir diğer dairenin başlangıcı olacak, insan helezonik bir biçimde eşya, fiil, isim, sıfat, zat kutsi dairesinde yükselecektir.

Bu ne mutlu bir yükseliş, ne güzel bir sonsuzluktur! İşte tam da bu yüzden “Bakinin ayinesi de bakidir kırılmayacaktır” Kimin haddidir ki Güzel’in aynasını kırsın! Üstelik insan insana Sevgiliden gelen bir mektuptur. Şayet gelen bir fatura ise zarf açılır ve okunur, yırtıp atılır, Sevgilinin mektubu ise ömür boyu insanın koynunda saklanır. Sevgiliden gelen mektubu yırtıp atanlar, velev ki içindeki metni okumuş olsunlar, sevgiden nasipsiz kalpleri taşlaşmış adamlardır. Her insan bize Allah’tan değişik isimleri vechesiyle yazılı birer mektuptur. Öfke ile kırmızı mürekkeple de yazılmış olsa saklamak bir muhabbet vecibesidir, zira o mesaj o kağıdın üzerine yazılmıştır. Kalem sahibinin elinin mübarek dokunuşu kağıdı mübarek kılar. Kalbi olan onu atmaya kıyamaz ki! Oysa biz yıldızlara, yapraklara değer verdiğimiz, onlardan esmayı okuduğumuz kadar etrafımızdaki insanlara değer vermiyoruz, onları okumuyoruz. Ve bir de okuyup bitirdiğimizi ve yırtıp attığımızı iddia ediyoruz. Gerçekten üzerindeki mesajı bir ayet gibi okusak zaten yırtıp atamayız ya! Nasılsa ezberledim diye mushafı yırtan hafız olabilir mi hiç? Bilakis o onu başının üzerinde taşır. İnsanı bir ayet gibi okuyamayanlar, bir amme cüzü gibi yüksekte taşıyamayanlar, arkadaşlarını değiştirmeden önce katılaşmış kalplerini, çarpılmış zihinlerini değiştirmelidirler. Üzerinde Arapça harfler görünce ayettir zannıyla bisküvi paketlerini atamayan ninelerimiz nerede, çöpe atarken içinin acıdığı ekmeğe çöpe attığı arkadaşlarından daha çok değer veren torunları nerede…

Üstad Bediüzzaman İhlas Risalesinde herkesçe ezbere bilinen, ama hep unutulan, bu yüzden onbeş günde bir zikir gibi tekrarı emredilen, üstelik bu emir meşrebimizin zaruri evradından olan “ihtilaf ittifak” meselesinde mü’minlerin tam da bu yüzden “Allah bize yeter” dedikleri için bir başka mümine ihtiyacını tam hissetmedikleri, ittifak etmedikleri, olması gereken hürmet, saygı, sevgi, vefa, sadakat ve fedakarlığı göstermediklerini belirtmiştir. İslam toplumlarının arasını açan da, cemaatleri birbirine düşüren de, dostları bir vakit sonra düşman eden de, aynı yanlış anlamadır. Ayet “Allah bana yeter” dememektedir, “Bize yeter” demektedir. Bu ayetin “nun” ile değil “ye” ile “bana yeter” formundaki örneğinde Efendimiz’den (sav) yüz çeviren, ona inanmamakta ısrar eden, mütemerrid kafirler kast edilmekte, illa birileri ile rabıta koparılacak, “aman uzak olsun” denilecek, yitirilince üzülünmeyecekse, bu kafirler içindir denilmekte, onları bile yitirmek istemeyen Nebinin yüreğine su serpilmekte, herkesi yüreğine sığdıramazsın, sadece müminlerle yetin denilmektedir. Yoksa Allah, “İnsanlar senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, ondan başka ilah yoktur, ben ona dayandım, güvendim, yüce arşın sahibi O’dur” derken kendi ismini verdiği Mü’min diye hitap ettiği insanlara güvenilmeyeceğini, dayanma ve dayanışma halinde olunmaması gerektiğini onlardan hiçbir hayır umulmaması gerektiğini zira arşın sahibi olmadıklarını buyurmamaktadır. Bir ayet nefsaniyetle, sevgisizlikle ancak bu kadar çarpık anlaşılabilir. Mü’min Allah’ın güvendiği, en yüce maksatlarını kendisine dayandırdığı, eliyle işlediği gözüyle gördüğü adamdır, Allah’ın güvendiğine nasıl güvenilmez. O’nun umut ettiğinden nasıl umut kesilebilir? Bu nasıl bir yanlış anlama düzeyidir? “Nun” sırrını uzun uzun anlatan Üstad’ın talebeleri nereye gittiler. “Allahın ipine topluca sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” ayeti nasıl bu kadar görmezden gelinir. Hiç sevgisiz, kuşkucu, güvensiz, su-i zanlı, ve yalancı insanlar ittifak edebilir mi?

Efendimiz(sav) tebliğinde haristir, tüm insanlar inansınlar diye kendi kendini paralamaktadır. Herkesi kazanma çabasındadır. Hatta bizzat o kafir ve münafıklar onu “Herkese kulak veriyor” diyerek müminlerin düşüncelerine ehemmiyet vermek, daima onlara danışmak ile suçlamaktaydılar. Oysa o ben Alemin Efendisiyim size mi soracağım dememiş, müminlere “Siz bu işleri benden daha iyi bilirsiniz” dediği sıklıkla vaki olmuştur. O halde biz hangi büyük alemin efendisiyiz ki kimseden bir şey öğrenmemekte inat ve ısrar ediyoruz. Yine pek çok ayette Allah elçisine üzülmemesini, Allah’ın, meleklerin, müminlerin onun yanında oldukları tesellisini vermekte değil midir? Oysa bu zihin yapısıyla düşününce bir vahhabi anlayışla “meleklere ne gerek var, müminlere ne gerek var, sebeplere ne gerek var, Allah yetmez mi?” denilebilir.

İblis de Allah’a intisabını insan meydana çıkana kadar sürdürmüştür. Ne zaman ki insan ortaya çıkmıştır, İblis insandan tecelliyi kabul etmemiş, insanı eksik ve kusurlu görmüş, Allah’ın kendisine direkt muhatap olmasını istemiş, insanın hilafetini reddetmiştir. İmtihan insanla yaşanacaktır, aydan, güneşten, melekten, çiçekten tecelliyi İblis de kabul etmiştir, mühim olan insan tecellisi ile başa çıkabilmek, celali yahut cemali o tecelli ile Allah diyebilmek, bu mesajı getiren tablacının da alnından öpebilmektir. Marifet budur, külli ubudiyet budur, insanın da meleklerin de, İblis’in de emredilen kulluğu budur. Adem’e secdenin anlamı budur.

İblis tavrının bir benzerini kafirlerin peygamberlere karşı tavrında görürüz, onları çarşıda pazarda dolaşan, aciz, kendilerine göre kusurlu insanlar olarak gördüklerinden ya kendilerine melek gelmesini ya gökten kafalarına bir kitap düşmesini, ya da illa bir insanla konuşulacaksa kendilerinin seçilmesini istemişlerdir. O nebi ne kadar iyi olursa olsun ondan gelen tecelliyi, onun hilafetini, elçiliğini reddetmişlerdir. Bugünkü “Allah’la aramıza kimse girmesin” diyenlerin de fikriyatı bir başka insana hürmet etmek istememelerinden, “insan” denilince sadece kendilerini anlamalarından, kısacası sadece kendilerini adam yerine koymalarından kaynaklanmaktadır. Etrafına boynunda bukağılar varmış gibi çenesini indirmeden bakanların, nezaketen dinliyormuş gibi yapanların, kibri arşı sarsanların kulakları çınlasın!

Biz ayeti nefsimize uydurmuş, bencilliğimize, vefasızlığımıza, kadirnaşinaslığımıza, zalimliğimize, kibrimize bahane yapmış, eğip bükmüş ve bundan güya bir izzet devşirmişiz ki, bu kadar kolayca insanların üzerine çizik atabiliyoruz. Biz insana hak ettiği kıymeti vermiyoruz. Tenzil-i rütbe ediyoruz. Rabb-ül Alemin onu halife tayin etmişken, biz ne hakla azlediyoruz. Halife denilince koltuklarımız kabara kabara bir tek kendimizi anlıyoruz. Buna da insanın kusurlu oluşunu sebep gösteriyoruz. Allah insanın kusurlu olduğunu bilmez mi ki, ona bu kadar kıymet versin. Bilakis Allah insana karşı yüz ekşitmeye bile bir ayet indirmiştir. Yine Efendimiz(sav) konuşan kimsenin konuşması bitmeden yüzünü onlardan çevirmemiş. Yakasına yapışan bedeviye dahi “sen ne anlarsın, sen kimsin, ne kadarlık adamsın” türü hakaret imasında bulunmamıştır. Biz ise burnu kaf dağında, kimseleri beğenmeyen, yemek yediği kaba tüküren, kimseyi sevmeyen, hiç kimse için nefsini feda etmeyen, bir tebessümü ve selamı dahi zül addeden, herkese soğuk davranan, yahut kendi aklımızla rütbe verdiklerimize itibar eden, hal diliyle “ben ben ben” diye dolaşan, alem bana feda olsun diyen, yeryüzünde böbürlenerek yürüme ikazına aldırmayan, kimseyi çekemem deyip etrafına duvarlar ören, aslında kendisi çekilmezin biri haline gelen adamlar olduk, yazık bize çok yazık! Kusurlu olan bizim düşünme biçimimiz, şaşı gözlerimiz, kararmış kalplerimiz…

Üstad küfrü izah ederken onun kainattaki eşyayı aslında birer memur iken başıboş tesadüf eline verip abesiyete tebdil ettiğini, o memurlara gereken kıymeti vermediğini, dolayısıyla da tüm mahlukatın kafirden şikayetçi olduğunu anlatır. Bunu hepimiz biliriz. Oysa dağdan, denizden, çiçekten, yıldızdan, melekten, semekten, çok daha büyük ve kıymetli bir görevli olan, memur değil halife olan, yeryüzündeki yönetim makamında oturan ve arzda alemlerin Rabbini temsil eden zata tenzil-i rütbe edebiliyoruz. Ona tenzil-i rütbe etmek illa ki kafir gibi insanı başı boş tesadüfün eline vermekle olmaz. Ona layık olduğu değeri vermemekle de insana zulmedilmiş olur. Oysa insanın en şedid arzusu ve ihtiyacı değer verilmektir. Ve ona sadece Allah değil, melekler değil, tüm insanlar değer vermelidir. Ücreti yüz lira olan bir işin sahibine yetmiş lira verseniz dahi onun hakkını yemiş olursunuz. Bir generale bir teğmen gibi davranırsanız hakaret etmiş olursunuz. Oysa bir adalet ve hakkaniyete, veyahut merhamet ve mağfirete sadece süslü laflara ihtiyaç duyduğumuzda müracat eden, başkasına nasihat edip kendi dinlemeyen, hiç hatasını görmeyen, başkasını tenkide doymayan, hadi düzelt deyince taşın altına elini koymayan, sıkışınca insanlardan dua isteyip kendi kimseye dua etmeyen, kimsenin derdi ile acı çekmeyen, hayata ve insana “bana ne” duyarsızlığıyla yaklaşan yaratıklar olduk. Öyleyse biz insan mıyız?

Yine Fütühat’ın cennet bahsinde Efendimiz’e(sav) ait Vesile cennetinden şöyle söz edilir: “Vesile cenneti ise, Adn cennetindeki en üstün derecedir. Bu cennet ümmetinin duası sayesinde Hz. Peygamber adına gerçekleşmiştir ve ona aittir. Allah, bilgisini gizlediği bir hikmet nedeniyle böyle yaptı. Çünkü biz peygamber sebebiyle ahretteki mutluluğa ulaştık ve “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olduk. Allah onun vasıtasıyla bizi son ümmet yaptığı gibi ‘onunla da peygamberliği bitirmiştir’. Hz. Peygamber kendisine söylenilmesi emredildiği gibi “bir insan” dır. Bizim Allaha dönük bir yönümüz vardır….Bu en yüce değeri anla!”denilir.(Fütuhat-ı Mekkiye 3. cilt sf 17) O cennete sahip olmasının bize yaptığı iyilikle ve bizim duamızla mümkün olduğundan söz edilir. Biz insan olabildiysek, fıtratımızdaki ahseni takvimde kalabildiysek Efendimiz(sav) sayesindedir. Allah’ın mesajı okunup elçisi aradan çıkarılmadığı gibi kainatta en büyük ayet olan insan da Allah’a vuslatta aradan çıkarılamaz. Aynı şekilde ona tabi bir mümin, Esma-ül hüsna’ya asgari derecede ayinedardır. İnsaniyet noktasında Allah’a açık bir yönü, İslamiyet noktasında üzerinde peygamber varisliği mührü bulunur. Bu yüzden bize gelen tüm nimetlerde, tüm sevgilerde, alaka ve yardımlarda, hatta bizce kötü görünen olaylarda dahi o esmanın taşıyıcısı olan insanın vesilelik hakkı vardır. Üstelik o insan, taş gibi, ağaç gibi, suyunu fışkırtır, meyvesini bize verirken bunu iradesiz ve cebri yapmaz, insanın yapmama hakkı vardır. Oysa o buna rağmen rahmeti sunmayı tercih etmiştir, cüzi iradesini külli irade ile iktiran etmiştir. İnsan kendini Allah’a bağlamışsa ona yönelik her saldırı Allah’a yönelmiştir. Her iftira Allah’a edilmiştir. Bu sebeple Allah kulunun hakkını zayi edeni affetmez, meğer ki o kul onu affetmiş ola…

Bu sebeple insan teşekkürü, hürmeti, sevilmeyi, değer verilmeyi hak etmektedir. İnsanı sevmeyen, Allah’ı sevemez. Üstelik Allah’tan sevgi de bekleyemez. Beklese de bulamaz çünkü sevgiyi gökten yere düşsün diye beklemektedir, Allahın sevgisi insana insanla gönderilir. İnsana teşekkür etmeyen Allah’a da şükredemez. Teşekkür kuru bir laftan ibaret değildir. Nimet gördüğünüz ele vefa göstermektir. Güzellik gördüğünüz kişiye sevgi beslemektir. Zor durumdakine, düşmüş olana merhametle dua ve yardım etmektir. Hayırlı fiillerine haset etmeden amin demektir. Mü’minin elini tutan Allah’ın elini tutar. Çünkü Allah’ın eli onların elleri üzerindedir.(biat hadisesini hatırlayınız) Mü’mine arkasını dönen Rabbe arkasını döner. Kim bilir belki o yüzünü Allah’a çevirdiği zannındadır. Oysa zan asla bilginin yerini tutmaz. Rahman insanın yüzünde parlamaktadır. O’nu görmek isteyen şerefli efendiler olarak tanımladığı müminlerin yüzüne bakmalıdır. Hiçbir kusur insanın imanından büyük değildir. Allahın gözden çıkarmadığını kimsenin gözden çıkarmak haddi değildir. “Gözlerini onların üzerinden ayırma” buyruğu sadece Efendimize yönelik değildir. İnsan Allah’ın biricik sevgilisidir, melekler karşısında kayırdığıdır, has dairesinde eğittiği, seçtiğidir, göz bebeğidir. Kim O’nun sevdiğine laf eder, üzer, zulmeder de azabından emin olabilir! Hatta yakinim var ki, Allah’ın da sevmediği davranışı müstesna, davranışını değil “falancayı sevmiyorum” dese hesabı Celil’den korkmak durumundadır.

Mona İslam

karakalem.net

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş