Bediüzzaman Said Nursi Hayatı

3.833 Görüntüleme Nur'lu Hayatlar 0 Yorum

Bediüzzaman Said Nursi

(Ocak-Mart 1878 - 23 Mart 1960)

Risale-i Nur Enstitüsü

Gençliği ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet Devri

bediuzzaman

Bediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı. Osmanlı tarihçilerinin Rumi takvime göre ‘93 Harbi’ diye adlandırdığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, hem Osmanlı Devleti hem de Batılı Devletler için yeni bir dönemin başlangıcını teşkil edecek kadar önemlidir. Rusya’nın Sırpları kışkırtması ile Bosna-Hersek ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Avrupa’nın yarısını ve Osmanlı Devleti’nin tamamını etkileyecek kadar büyük bir savaşa sebep olmuştu. Bu sırada Osmanlı Devleti, Meşrutiyeti ilan etmiş; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük değişikliklere yol açacak olan anayasal parlamenter sistemi yürürlüğe koymuştu. Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilanıyla Kafkas ve Balkan Cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı. Ruslar, batıda Plevne’yi düşürdükten sonra Balkanları boydan boya istila ederek, İstanbul’a 18 kilometre uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar gelmiş, doğuda Ardahan, Oltu, Kars’ı alarak Erzurum’a girmişti. Bu esnada, Osmanlı ülkesinde ekonomik kriz had safhada idi. Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz hale gelmişti. Parlamento, devam etmekte olan savaş yüzünden sağlıklı çalışamadığı, ülkenin acil olarak çözüm bekleyen sorunlarına pratik çözümler üretemediği için çalışmalarına ara vermişti. Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos anlaşması ile Osmanlı, Balkanlarda ve Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Tuna Cephesinde Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığına kavuşmuş ve Bulgaristan prensliği kurulmuştu. Kafkas Cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt Ruslara bırakılmıştı. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.

Anlaşmadan sonra terk edilen topraklarda yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun her türlü zor şartlar altında başlayan göç dalgaları, ülkedeki durumu daha da ağırlaştırmıştı.

Bediüzzaman Said Nursi, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de1 Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Tağ Köyü’ndeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında Kur’an’ı hatmetti ve medrese eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a2 kadar okudu. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü.3 Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini4 alarak Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursi, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaşta iken klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip oldu.

Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursi, o dönemin medrese alimleri arasında gelenek halinde olan ilmi münazaralara katıldı. Keskin zekası ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münazaralardan başarıyla çıktı. Şarktaki medrese alimleri karşısında ilmi rüştünü fiilen ispatlamış olan Said Nursi’nin genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalaa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın alimleri ona “Bediüzzaman”5 lakabını uygun görmüşlerdi.

1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için6 Cizre’ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894’te Mardin’e geldi. Mardin’de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani’nin bir talebesinden Afgani’nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu.7 Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi’yi, Mardin Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı. Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslami ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van’a gelmesi için ısrarla davet ediyordu.

İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve aralarında samimi bir dostluk kurulmuştu. Bediüzzaman konağın kendisine ayrılan bölümünde uzun süre kalarak çalışmalarına devam etmişti. Çeşitli gazete ve dergilerin de zamanında bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi, Bediüzzaman’a çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkan oluşturmuştu. Said Nursi, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da inceleyecek çalışma imkanını buldu. Bir yandan tarih, felsefe, coğrafya, matematik, kimya, jeoloji ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu. Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet ilimlerin de okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş, bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medreset-üz Zehra” adını vermişti.8

Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, bir yandan da kendine ait Horhor Medresesinde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona, konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu.

Habere göre Gladstone elinde bir Kur’an-ı Kerim ile kürsüye gelerek: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.9 Bu söz Said Nursi’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’an’ın bu asra bakan manevi mucizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.10

Van’daki uzun ikametinin neticesi olan bu karar ve Şarkta kurulmasını istediği üniversite fikri, Said Nursi’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli iki hareket noktasıydı.

Van’ın, Said Nursi gibi bir deha için çok küçük olduğunu düşünen tecrübeli Osmanlı Paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik ediyordu. Ve nihayet Said Nursi, 1907 yılının başlarında İstanbul’a gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Tahir Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı referans mektubunu alan Bediüzzaman, önce karayoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.11

İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşti.12 İlk iş olarak, Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusu olan üniversite projesinin önemini kavrayamadı ve bunu gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Bediüzzaman, İstanbul’a gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı.13 Burada odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallolunur; fakat sual sorulmaz” diye bir yazı astı. İçerisinde alimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu davet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı.

İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu Şarktan gelen keskin zekalı ve garip kıyafetli adamı konuşmaya başladı. İnsanların yavaş yavaş bu genç alimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said Nursi’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bir defa da Tımarhaneye gönderdi.14 Bunun muhalifleri sindirmek için başvurulan bir yol olduğunu bilen Said Nursi: “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum”15 diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “eğer bu adamda zerre kadar cünun varsa dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar ve tımarhaneden alarak hapishaneye gönderdiler.

Gözaltında iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa, kendisini ziyaret ederek Padişahın selamıyla birlikte İhsan-ı Şahaneden 1000 kuruşu takdim etmişti. Şefik Paşa, O’nun eğitim hakkındaki teklifinin Bakanlar Kurulunun gündemine alındığını, kendisinin de açılacak üniversiteye otuz lira maaşla rektör tayin edildiğini ve maaşının hemen başlayacağını da tebliğ etmişti. Bediüzzaman ise bunun bir sus payı olduğunu ifade ederek, kendisine takdim edilen makamı ve ihsanı reddetmiş ve derhal padişahla görüşmek istemişti. Hayretler içinde oradan ayrılan Şefik Paşa’dan ve hükümetten herhangi bir haber çıkmamış, Bediüzzaman da hapishanede kalmaya devam etmişti.16

II. Meşrutiyet Devri

Said Nursi’nin hapiste olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor, meşrutiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyetin üçüncü gününde, Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir nutuk okudu. Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selanik’e giderek, Selanik Meydanı’nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap”17 adlı nutkunda, meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu.

Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul’da çok hareketli bir siyasi hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelerde makaleler yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu toplumsal gruplara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda, Ahrar Partisi’nin ileri gelenlerinden Mizan gazetesi başyazarı Murad Bey’in bir konferansı sırasında İttihatçılar kargaşalık çıkarmış ve Murad Bey’i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını anlayan Said Nursi, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı önlemişti.18

O dönem İstanbul’u, bir çok siyasi ve sosyal olaylarla kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle hareketli bir ortamda, İstanbul’da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursi, hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehanelerini gezerek onlara Meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu, o sıralarda Bosna Hersek’i ilhak eden Avusturya’nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu.19 Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uyguluyorlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması muhtemel bir anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti’nin Milletlerarası politikada Avusturya’ya karşı mesafe kazanmasına öncülük etmişti.

O sıralarda Meşrutiyetten ve İttihatçılardan rahatsız olan sadece hamallar değildi. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de meşrutiyetin, anayasanın, hürriyet uygulamalarının İslâmiyet’e aykırı olduğuna inandıkları için içten içe rahatsızdı. Bu rahatsızlığın farkında olan Said Nursi, o devirde yayınlanan bütün gazetelerde makaleler yazarak, İslâmiyet ve meşrutiyet arasındaki uygunluğu, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanan delillerle ispat ediyor, medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek etkili hitap ve nutukları ile onları ikna etmeye çalışıyordu.20

Bu arada Meşrutiyetin ilanından dolayı Doğu’da meydana gelen gerilimin de farkındaydı. Hemen harekete geçerek aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekti.21 Hükümet adına çekilen bu telgraflarda, yine meşrutiyetin ve anayasal sistemin İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu. Doğu illerindeki nüfuzlu şahıslara ulaşan bu telgraflar, oradaki gerilimi hayli yatıştırmıştı.

Askerler de yeni yönetimin kendilerine yönelik uygulamalarından rahatsız olunca, kışla dışındaki heyecanlı havanın da tesiriyle üst ve amirlerine, özellikle de Harbiyeli subaylara karşı tepkilerini belirtmeye başlamışlar, meşrutiyetin ve İttihatçıların aleyhine yapılan toplantı ve mitinglerde boy gösterir olmuşlardı. Bu durumun askeriyedeki itaat ve disiplini bozarak telafisi mümkün olmayan tahribata sebebiyet vermekte olduğunu gören Bediüzzaman, İstanbul’un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaşarak onlara nasihatlerde bulunuyordu. Askerlere meşveret ve anayasanın İslami esaslara tam uyduğunu, İslamiyetin de üstlere itaati emrettiğini ve siyasete karışmamaları gerektiğini anlatıyordu.22

13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1325) tarihine gelindiğinde ayaklanma başlamış ve başkent İstanbul’un kargaşası had safhaya ulaşmıştı. Bu karışıklığın üçüncü gününde Said Nursi, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınlamış ve dördüncü gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları üstlerine itaat etmeye ve isyana son vermeye davet etmişti. 11 gün süren isyanı Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu bastırdı ve sıkıyönetim ilan etti. İsyanın elebaşıları o zamanın sıkıyönetim mahkemesi olan Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanarak bir çoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen Bediüzzaman da olaya karıştığı iddia edilerek tutuklandı ve Divan-ı Harb-i Örfi’de, idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici bir üslupla yaptığı müdafaa sonunda beraat etti. Tesirli müdafaasıyla kendisi ile birlikte bir çok kişinin de beraat etmesini sağladı. Bu müdafaa daha sonra “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi” adıyla neşredildi.

Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon’a oradan da Batum, Tiflis güzergahını izleyerek 1910 yılı baharında Van’a ulaştı. Birkaç ay Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işiyle meşgul olduktan sonra; Hakkari, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti. Onların meşrutiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslami temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.

Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a gelen Said Nursi, alimlerin daveti üzerine Emeviye Camii’nde bir hutbe verdi. İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesi “Hutbe-i Şamiye” adı ile neşredildi.

Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Said Nursi, “Medreset-üz Zehra” adını verdiği üniversitenin projesini Sultan Reşad’a iletmek amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Karayoluyla Beyrut’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da Sultan Reşad’ın tahta çıkışının ikinci yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, Padişahın Rumeli seyahatine Şark vilayetlerini temsilen iştirak etti. İstanbul’dan Selanik Limanı’na Barbaros zırhlısı ile gelen kafile, daha sonra trenle, o yıllarda Kosova Sancağı’nın başkenti olan Üsküp’e gitti.23

Seyahatin Üsküp’deki bölümünde, burada kurulması planlanan Üsküp Üniversitesi’nin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları başladı ve Üsküp Üniversitesi’nin yapımı mecburen durdu. Said Nursi, Doğu’nun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu Sultan Reşad’a anlatarak, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversitenin kurulmasını teklif etti. Bu talebi hükümetçe kabul edildi.24 Böylece Medreset-üz Zehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü. Medreset-üz Zehra’nın temeli, 1913 yılının yaz aylarında, Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmi görevlilerin katıldığı bir merasimle, Van Gölü kıyısındaki Artemit’te atıldı.25

Ancak bu defa da I. Dünya Savaşının başlaması bu projenin de ertelenmesine sebep oldu. Said Nursi de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilatı’nı kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı.26 Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu bir çok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ispat yolunda telifata devam ediyordu. Kur’an’ın mucizeliğini çağın insanına göstermek için telifine başladığı “İşarat-ül İcaz” adındaki tefsirini cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.27

Bitlis savunması sırasında bir çok talebesi şehid olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı ve bir ayağı kırıldı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten28 sonra29 Ruslara teslim olmak zorunda kalan Said Nursi’yi önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk ettiler.30

Bediüzzaman Kosturma’daki esir kampında diğer esir subaylarla birlikte kalıyor, geçirilen esaret günlerini en verimli şekilde değerlendirmek üzere faaliyetler gösteriyordu. Esir kampı, önceki hayatları harp meydanında çatışmalarla ve cepheden cepheye intikal ile geçen esir subaylar için bir ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir marifet mektebi olmuştu.31

Esaret günleri, Bediüzzaman’ın subaylara yaptığı derslerle geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı teftişe gelir. Grandük Nikolaviç Bediüzzaman’ın önünden geçerken, kendisini tanıdığı halde ayağa kalkmaz. Bunu kendine bir hakaret kabul eden Nikolaviç, Bediüzzaman’ın idamını emreder. Fakat onun “ben bir İslam alimiyim, imanın ve İslamiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklaması ile hata ettiğini anlayarak, emrini geri alır. Kosturma’daki esir kampında cereyan eden bu olay, yıllar sonra gazetede bir subayın hatıralarında yer aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.32

Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar, onun, Kosturma’daki Tatar mahallesinde bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler.33 Bediüzzaman, Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün hissiyatını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür kendi tabiri ile onu “Eski Said’den Yeni Said’e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.34

Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilali, Rusya’yı alt üst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilalin sebep olduğu bu karışıklıktan istifade eden Said Nursi firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a geçerek Varşova’ya gitti. Buradan da Viyana’ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi.35 Yaklaşık iki buçuk yıl süren esareti sona ermişti.

Bediüzzaman, 25 Haziran 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişine birinci sayfada yer vermişti.36

Bediüzzaman’ın, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmi vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasında olan Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye onun da aza olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti.37 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin teklifi ile de Sultan Vahidüddin tarafından kendisine İlmiye’de Mahreç payesi verildi.38 “Mahreç Mevleviyyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı ülkesindeki bütün resmi ulemanın reisi olan ‘Başmüderris’ten sonraki ilmi rütbe anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesiyle dinlenmek üzere Çamlıca’da kendisine tahsis edilen Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’ne yerleşti.39 Burada hem istirahat ediyor hem de telifata ve neşriyata devam ediyordu. Kafkas cephesinde gönüllü birliklerinin başında iken Arapça olarak telif ettiği “İşarat’ül İcaz” adlı Kur’an tefsirinin kağıdını bizzat Enver Paşa temin etmiş ve neşredilmişti. Bundan sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda “Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve “Şemme” adlı risalelerini yazdı ve yayınladı. Dar-ül Hikmet’ten kendisine ödenen maaştan ancak zaruri ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan para ile de eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu.40 Bu arada Bediüzzaman’ın fikirlerini çok beğenen ve yaptığı hizmetleri yakından takip eden Sadrazam Said Halim Paşa, Yeniköy’deki yalısını çok büyük arazisi ile beraber ona vermek istemişti. Bediüzzaman bu köşkte hem ilmi çalışmalarına devam edebilir, hem de çok sıkıntılı ve yorucu geçen hayatının bundan sonraki kısmını rahatça geçirebilirdi. Fakat Bediüzzaman, hizmetindeki ihlasa zarar gelmemesi için II.Abdülhamid’in teklifini reddettiği gibi Said Halim Paşa’nın teklifini de reddetti. Çamlıca’daki dinlenme günlerinde Kosturma’da filizlenen ve dünyanın fani yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul’daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhi uyanışın sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz’daki Yuşa Tepesi’ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünyayla olan bağlarını tamamen koparmaya çalışıyordu.

Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sancıları çektiği dönemde, Devlet-i Aliye de yıkılış sancıları ile kıvranıyordu. Said Nursi’nin Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesini imzalamıştı. Mütarekenin sonucu olarak da 13 Kasım 1918’de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul’a asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu’nu basmışlar, sonra hızla başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye’de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bu grup ‘İngiliz Muhipler Cemiyeti’ adı altında bir de resmi cemiyet kurmuş, fahri başkan olarak da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yi seçmişlerdi. İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı.41 Bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu.42 Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu’da başlayan İstiklal Savaşı’nın ve Kuva-yı Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı.43 Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını ‘cihad’, Kuva-yı Milliyecileri de ‘mücahid’ ilan ederek Anadolu’daki İstiklal mücadelesini destekledi.

İstanbul’da bütün bunlar olurken, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet ediyorlardı. Eski Van valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti.44

BMM ve Şeflik Devri

Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı.45 Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören Said Nursi, bir beyanname46 yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye davet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.47

Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretleri idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Habab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu. Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu anlayamadı. Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı.48

Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti. Ancak Said Nursi, bütün bunları reddetti.49 Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasında ki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa; dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.50

Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böyle gergin bir ortamda Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi.51 Ancak Said Nursi ona, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.

Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen Doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van’dan diğer sürgünlerle beraber karayoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık yirmi gün kadar süren İstanbul’daki sorgulamalar boyunca Bediüzzaman Sirkeci’deki Arpacılar Mescidi ve Hidayet Camii’nde kaldı. Sonunda, Ankara’dan gelen resmi bir yazı onun Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulmasını emrediyordu. İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1925 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a getirildi.

Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler yapmaya başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap haline getirdi. Bu kitabı daha sonra “Nurun İlk Kapısı” diye adlandırarak yayınladı. Bir yandan da telifata devam ederek daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını kaleme aldı.

Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1926’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı Hükümet, bu defa da Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerle büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.

Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.52

İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi, daha sonra tamir edilerek köylüler tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı. Anadolu’nun bu en kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılabına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini53 defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.

Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da başka bir inkılap gerçekleşiyor, yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş,“Batılı insan tipi”ni elde etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu. Halk, bu inkılaplara kendi imkanları ölçüsünde tepki gösteriyor, yer yer de ayaklanma teşebbüslerinde bulunuyordu.

1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Barla’da telif edilen risalelerin, bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle tam altı yüz bin nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu. Halktan insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.

Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca bu defa “imha” yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilmesini istedi. Bediüzzaman, burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkum etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursi’ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşuyla yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara Hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan Emniyet Genel Müdürünü, Jandarma Genel Komutanını ve 120 askerle 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta’ya geldi.54 Ankara’nın meydana getirdiği büyük telaşın sonucu Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde arama yaptı ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek sorgulayan polis suç unsuru herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “sıradan bir zabıta vakasıdır”55 diye beyanat vermesine rağmen Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir hapishanesine gönderildiler.

Eskişehir hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursi’yi bir iki istisna hariç kimseyle görüştürmediler. Sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların telifi yine devam etmişti. Bediüzzaman, Yirmiyedinci, Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar’ı burada yazdı. Talebeleriyle olan mektuplaşmaları da sürmekteydi. Bu arada sorgu hakimleri araştırmalarına başladılar ve iki ay süren tahkikat sonunda gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava müddetince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursi’ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da mecburi ikamet, on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde zaten bu süreyi doldurdukları için diğer talebeleri ise beraat ettirildiği için tahliye edilmişlerdi.56

Eskişehir Cezaevi’nden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursi serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Sürgünün ilk bir ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra yine karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzaklıkta bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursi, burada da Risale-i Nurun telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, İkinci Şua, Üçüncü Şua olan Münacaat Risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye Risalesi ve Altıncı Şua ile Ayet-ül Kübra Risalesi (7. Şua) burada yazıldı.

Kastamonu’da da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya başlamıştı. Ancak, kendisini ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor, görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaran insanlar Risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman hakikatlerini muhtaç olanlara anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün kuvvetleriyle dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor; “mutlaka gizli bir teşkilat kurmak için uğraşıyor” diye evhamlanıyorlardı. Onu rejim için tehlikeli bulanlar yeni bir plan hazırlığı içindeydiler. Denizli-Çivril’de, Atıf Egemen ve birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua Risalesi bahane edilerek yine tevkifler yapıldı. Ankara’nın emriyle Denizli Valisi bütün vilayetlere bilgi verdi, özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi. Isparta’da çok ciddi bir şekilde aramalar ve soruşturmalar yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Rüştü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.57

Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Askeri konvoy eşliğinde karayoluyla Çankırı üzerinden Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursi’yi Valiliğe çağırtarak sarığını çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bediüzzaman, boynunu işaret edip; “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam Bediüzzaman, trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur talebelerinin de 25 Ekim 1943’te Denizliye sevk edilmeleri istendi.

Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur’un telifine devam etti. Asa-yı Musa mecmuasının bir parçası ve Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi, Onikinci ve Onüçüncü Şualar Denizli hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde Risale-i Nurla tanışan mahkumlar bambaşka birer insan olmakta, böylece hapishaneler birer ilim-irfan mektebine dönmekte ve ıslah vazifesini yerine getirmeye başlamaktaydı.

Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü Mahkeme kararını verdi: Berat ve tahliye.58 Tahliye edilen Nur Talebelerine Denizli halkı sahip çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararına rağmen, Said Nursi’nin Afyon’un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretti ve daha önce Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.

Emirdağ’a gelen Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirildi. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve tarassuda tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a Denizli hapishanesini bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç kere de zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukuki ve kanuni yollardan Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri onu zehirleyerek imha etmek istemiş, hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da gerçekleşmişti. Defalarca zehirlendiği halde Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu ömürlerin verdiği ızdırabı ömrü boyunca yaşayacaktı.

Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken Risale-i Nurların telifi devam ediyor ve sıkıntıları hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararını onayladı. Diğer bir gelişme ise artık Risale-i Nurların teksir makinesi ile çoğaltılması imkanının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalatçı firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da Risaleler teksir edilmeye başlamıştı. Ayrıca, 1947 yılında Haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu, Hacca gidenler yanlarında götürdükleri Risalelerle, Nurların İslam alemine yayılmasına vesile olmuşlardı. Öte yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen “Asa-yı Musa” ve baskısı yapılan “Gençlik Rehberi” gibi Risaleler, Hıristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nurlar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece ilk defa Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.

Her geçen gün Risale-i Nurların yaygınlaşarak muhtaçlara ulaşması Hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı. 17 Ocak 1948 günü Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürüldüler. Bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde bekletilerek sorgulamaları yapıldı ve tevkif edilerek cezaevine konuldular. Bu defa değişik illerden 48 Nur Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu hakimliği dosyayı Ağır Ceza Mahkemesi’ne havale etti.

Nur Talebeleri, daha önce Denizli mahkemesinde; gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılapları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir vb. iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde de bu iddialarla yargılandılar. Bir yandan mahkeme devam ederken bir yandan da Afyon cezaevinde mevkuf bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi, güya salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli zehirlerden şırınga ediyordu. Zehirin etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor, hapishanedeki talebelerinin onu ziyaret etmesine bile müsaade edilmiyordu. Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi Medreseye dönüştürmeyi başarmışlardı. Mahkumlara Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan bir çoğunun ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya devam ediyor, Ondördüncü ve Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlıyordu.

Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtay’ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül 1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da polis gözetiminde, mecburi iskana tabi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim tam 72 gün sürdü. Nihayet 28 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ’a dönebildi.

Mecburi ikamet yeri olan Emirdağ’a gelen Said Nursi’ye, Emirdağ Kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman’a günlük olarak iki buçuk lira tayinat bedeli ödenmesi, kendi istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de hatırı sayılır miktarda bir paranın tahsis edilmesi için Emirdağ Kaymakamlığı’na talimat vermişti. Daha önceleri olduğu gibi bu defa ki tahsisatı da reddeden Bediüzzaman, yine rahat bırakılmayacaktı. Bu hususu talebeleriyle istişare eden Bediüzzaman, bir mektubunda kendisine yapılan baskıların en önemli üç nedeninden biri olarak, bu tahsisatları reddetmesini zikretmekteydi.59

Demokrat Parti Devri

Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti devrini, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Halkın yüzde yetmişinin oyunu alarak Mecliste ezici bir çoğunlukla hükümet olan Demokrat Parti devrinde yine tam anlamıyla rahat bir hayat geçirmedi. Daha önce kendisine her nevi zulmü reva görmüş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin saldırı ve iftiraları, çok partili demokratik hayata geçildikten sonra Demokrat Partiyi desteklediği için yine devam etti. CHP yanlısı yarı resmi gazeteler, sık sık aslı olmayan haberler ve iftiraya dayalı abartılı propagandalarla karalama kampanyasına devam ettiler. Bununla, hem insanları Risale-i Nurlardan uzaklaştırmayı hem de iktidardaki Demokrat Parti’yi yıpratmayı hedefliyorlardı. Bir yandan Demokratların Risale-i Nurlara karşı cephe almasını sağlamaya çalışıyorlar, bir yandan da baskı yapmaya sevk ettikleri Demokratlarla Nur talebelerinin arasını açmaya çalışıyorlardı. Diğer taraftan da mahkemeler dava açmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ’da şapka meselesinden Bediüzzaman’a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için İstanbul’a gitti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti.

O yıllarda adliye binası olarak hizmet veren ve bugün Büyük Postane olarak anılan binada, 22 Ocak 1952 tarihinde yapılan duruşmaya katıldı. Bu duruşma ertesi gün bir gazetede “Seksenlik Pirin Duruşması”60 başlığıyla yer almıştı. Yargılamaya 19 Şubat 1952 tarihinde yapılan ikinci bir duruşmayla devam edildi. Duruşmayı kalabalık bir topluluk da izlemişti. Celse sonunda izleyenlerin alkışları arasında salondan ayrılan Said Nursi, ikindi namazını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gitti. 5 Mart 1952’de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1943 yılında Denizli mahkemesinden beraat kararı aldığı ve bu kararın da Yargıtay’ca onaylanmış olduğu anlaşıldığından mahkeme heyeti, men-i muhakeme kararı vererek davayı sonuca bağladı. Mahkeme salonundaki kalabalık dinleyici grubu, kararı yine alkışlarla karşıladı.

Gençlik Rehberi Davası’nın beraatle sonuçlanmasının ardından İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, Emirdağ’a döndü. 1953 yılının bahar mevsimin başında, Eskişehir yoluyla tekrar İstanbul’a gitti ve Beyazıt’taki Marmara Palas oteline yerleşti. İstanbul’da bulunduğu zaman içerisinde Marmara Palas Oteli’nden ayrılarak Fatih, Çarşamba’da ahşap bir eve taşınmıştı. Burada hem risalelerin neşriyatıyla meşgul oluyor, hem de İstanbul’da kısa gezintilere çıkarak bazı ziyaretlerde bulunuyordu. O yıl İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümüydü. Bediüzzaman, fetih yıldönümü için düzenlenen törende de hazır bulunmuştu. Bu arada Fener Rum Patrikhanesini ziyaret ederek Patrik Athenagoras ile görüştü.61 Bediüzzaman, Ortodoks Rum Patriğine Hazret-i İsa’nın gerçek dinini kabul edip, Hz. Muhammed’in (asm) Peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın kitabı olduğunu tasdik etmeleri halinde, ehl-i necat olacaklarını bildirdi.

İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının ortalarında Emirdağ’a döndü. 23 Ağustos 1953’te de Isparta’ya yerleşmek üzere geldi. Isparta’da açılan bir davanın daha sorgu hakimliğinde iken reddedilmesi ile artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmıştı. Ancak, CHP yanlısı komitenin ve gazetelerin Bediüzzaman ve Demokrat Parti aleyhindeki tavırları devam ediyor, aleyhteki propaganda ve baskılar her geçen gün yoğunlaşıyordu. Günlük gazetelerden bütün gelişmeleri takip eden Bediüzzaman ise çektiği telgraflarla Demokratların müsbet icraatlarını tebrik ediyor, talebelerine sık sık yazdığı mektuplarla onlara yardımcı olmalarını tembihliyor ve seçimlerde oy kullanmanın önemi üzerinde durarak, Demokratlara verdiği desteği açıktan açığa ortaya koyuyordu. Bu arada tek parti istibdadından yana olanların çevirdiği entrikaların tuzağına düşmemeleri için de iktidar partisini devamlı ikaz ediyordu.

Bediüzzaman, ezanı asli şekline çevirip, Milli Eğitim müfredatına din derslerini koyup, Kur’an kurslarının açılmasını serbest bırakıp, kapalı olan türbe ve camileri onarıp açarak daha önce yapılan dini tahribatı tamire yönelen Demokrat Parti iktidarıyla bir nebze olsun rahat nefes almıştı. Risale-i Nurlar artık serbestçe her yerde bulunuyor, muhtaçların ellerinde dolaşıyordu. Böylece Bediüzzaman, din düşmanlarına karşı kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen hukuki bir zeminde kalarak verdiği hukuk savaşından, kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı. Uzun süre devam eden ve sürekli kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman’ın mahkemeleri, Risale-i Nur’un ilanı hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti. Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman hakikatlerinden hakkıyla istifade edebilmesi için yeni yazıyla yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor, yurdun her yanına dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara yenileri ekleniyordu. Bu arada Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatı’na dahil edilmişti.

Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak üzere sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gidiyordu. Eski mekanlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine dersler yapıyordu.

2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.

Ankara’da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan Emirdağ’a, oradan da Isparta’ya gitti. Ancak, on beş gün sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Konya’daki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959 günü Emirdağ’dan ayrılarak Konya’ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve Mevlana’nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta’ya gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.

Ankara’daki talebeleri yine ısrarla kendisini davet etmekteydiler. Bu ısrarlar üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya geldi. Ancak, bu defa ki gelişi basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı. Said Nursi, bir gece Beyrut Palas Oteli’nde kaldı, ertesi gün İstanbul’a hareket etti. İstanbul’da Divan Yolu’ndaki Piyerloti Otelinde bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Daha önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi bu defa da Beyrut Palas Oteli’nde kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü ve son dersini yaptı. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek, talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlasla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye ediyordu.

6 Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya’ya gitmek üzere hareket etti. Konya’ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı. Konya’nın bütün giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bediüzzaman’ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve takip etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecit’i ziyaret eden Bediüzzaman, Mevlana’nın türbesini de ziyaret ederek Emirdağ’a gitmek üzere ayrıldı. Emirdağ’da dört gün kaldıktan sonra 11 Ocak’ta tekrar Ankara’ya gitmek için yola çıktı. Ancak bu kez Said Nursi’

Bediüzzaman Said Nursi

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş