2.046 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Yürüyordum, caddede. Ayaz dâhil her şey ölümün ateşinde eriyordu. Cadde hem çok sıcak hem çok soğuktu.

Sonbaharda değil ilkbaharda ölümü dert eden adamı düşlemek istiyordum ama hayalhanemi işgal eden imgeler vakum gibi çekiyordu içeri beni. Dalmışım. Derken onu gördüm. Gülümsüyordu. Yine dalmışım.

Mermer kaplı koridorda farklı ruh hallerine bulanarak yürüyordu. Her üç yüz altmış beş adımda karşısına çıkan kapı bir odaya açılıyor, her oda başka bir koridora bağlanıyordu. Odadan her çıkışında başkalaşıp değişiyordu.

Avını bekleyen bir aslan gibi hırslı ve tetikteydi. Benim avım ne diye sormuştu. Kendine. İnsanın avı dünyaydı. Üzerinde aslan tarafından avlanacağını bilen güzel gözlü bir ceylanın tedirginliği de vardı. Anladı ki hem avlanan hem avlayandı. Hem aslandı hem ceylan.

Koridorların duvarlarında gelişigüzel serpiştirilmiş aynalar vardı. İnsan yüzleri gibi biri diğerine hiç benzemiyordu. Bazısında muhteşem görünüyordu. Duruyor, kendini seyrediyordu. Ancak fazla kalamıyor, görüntülerinden ayrılması gerekiyordu. Tedirgin bir seyretme, tedirgin bir kendine hayranlıktı bu. Görüntüler dışında kalıyor, içine giremiyordu. Ne o onlara dokunabiliyor, ne de onlar kendisine uzanabiliyordu. O ne yapsa aynadaki görüntüleri de aynısını yapıyordu. Birbirlerine hayırları yoktu. Bir oyalanmaydı aynalar. Bir oyun ya da. Ya da hem oyun hem oyalanma.

Çoğul benleri oluşmaya başlamış, içi iyice karışmıştı. Görüntüler kimi zaman birbirinin içine geçiyor, hepsi birbirini seyrediyordu. Kendini dev gibi gördüğü aynada başka bir aynadaki cüce görüntüsünü de görüyordu. Onu incecik gösteren aynadaki incecik hali ile şişman görüntüsü iç içe geçmişti. Ben kimim diye sordu ama bir yanıtı yoktu. Sonra...

Sonra, her şeyin en sonrasında karanlık bir odada buldu kendini. İlk dikkatini çeken, hiç ayna olmamasıydı odada. Büyükçe bir karyola vardı köşede. Odanın duvarları toprak rengine çalan kahverengiydi ve eğri büğrüydü. Oda sanki toprağın içine kazılmış bir mahzendi. Ama nasıl olur diye hayıflandı. Koridorlar toprağın altına doğru hiç inmemişti ki; hep toprağın üstündeydi. Herhangi bir merdivenden aşağı da inmemişti. Yeryüzünde yaşarken nasıl olur da yerin altına inerdi? Her şey bir anda olup bitmişti. Belki de koridorlar ve odalar toprağın altına yol alıyordu da eğim çok küçük olduğu için fark edilmiyordu.

Karyolaya yaklaştı. Korka korka. Bir ceset gördü upuzun yatan. "Neden hareket etmiyor bu?!" diye sordu. Kendi kendine. Sonra güldü içinden. Cesedin yüzünde bir dinginlik vardı. Hırslarından arınmış. Korkusuzdu. Yalnızdı. Cesurdu. Rahatlamış bir yüzdü.

Yıllardır nefes alamamaktan korkan biriydi. Sıkılıp bunaldığında göğsü sıkışır, odada hava yokmuş gibi hızlı hızlı nefes alıp verirdi. Karyolada nefes almayan biri vardı. Yeşil gözlerinde neşe, enerji yoktu. Hayatı tutan kolları artık bir şey tutmuyordu. Kendini bile. Ayakları dikkatini çekmişti. Nasıl olup da bu ayaklar bu cesedi taşımıştı? Oradan oraya. Gözleri yarı açıktı. Cesetlerin gözlerinin açık olması oldum olası rahatsız ederdi onu. Gözler hayat belirtisidir ve hayatı olmayan bir göz artık dışarı bakmamalıdır. Parmaklarıyla göz kapaklarına dokunup yavaşça indirdi onları. Bir ölüye yapılacak son yardımdan biri de budur. Göz kapaklarını kapamak ve çenesini bağlamak. Bir bezle çenesini bağladı.

Göz kapaklarını kapatıp çenesini bağlayınca ağır bir hüzün çöktü içine. Bir cesetle karşı karşıya olduğunu daha yeni anlamıştı. Oturup ağlamaya başladı. Ona sarılmak istedi ama yapamadı. Sonra çok pişman olmuştu. Sarılmamıştı çünkü ben o değilim diye düşünmüş olmalıydı. Sarılsam beni hissetmez diye düşünmüştü belki de. Karyolada yatan kendi cesediydi. İkisi baş başaydı. Ne aynalar vardı ne görüntüler. Sadece onlardı. Onunla baş başa olmak gözüne güzel göründü. Aslında rahatlamıştı. Ben ve ölüm gibiyiz dedi. Kendi kendine. Görünme telaşı yoktu artık. Hayat gailesi son bulmuştu. Ölümün güzel yanı bu muydu yoksa? Rahatlatıcı bir suskunluk vardı. Orada yıllarca kalıp dinlenmek istiyordu.

Sonra bir melek geldi...

Yürüyordum, caddede. Turuncu'nun rüyasını düşlüyordum. Turuncu, "Giderken Bana Bir Şeyler Söyle"deki kahramanlarımdan biriydi benim. Bu rüyayı son anda kitaptan çıkarmış, hayalimdense çıkaramamıştım. Yürüyordum, caddede. Yalnız değildim. Ölene dek yanımdan hiç ayrılmayacak hayat arkadaşım yanımdaydı; bedenim. Derken onu gördüm. Gülümsemesiyle yeniden hayalimden sıyrıldım. Yol arkadaşıma baktım. Yaşlanmaya yüz tutmuştu.

Mustafa Ulusoy

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş