2.733 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Hasta

An gelir, hayat ayaklarımıza dolanır. İstemeden, beklenmedik bir anda. Bir kaza, beyin kanaması, ya da kilitlenme sendromu nedeniyle beden hareketliliğini yitirir, yığıntıya dönüşür. Kimi zaman süreç tersine işler. Önce ruh, enerjisini yitirir, hayat anlamını kaybeder, beden tonlarca ağırlıkta külçeye dönüşür. Beden bizi değil, biz bedeni taşıyoruzdur artık. İşte o an, insan bir bedenin içine kilitlendiğini hisseder. Tek hücreli bir odada, tek başına, yalnız, kimsesiz. Acı olan, tek hücreli bu odanın kendi boyunda ve kendi eninde olmasıdır. İnsan kendi içinde boğulurken, ölme arzusu kıpırdanmaya başlar.

Ölmeyi istemek, kendini öldürmek, ölmek için başkasından yardım istemek deyince aklıma üç film gelir hemen.

Kirazın Tadı (Yönetmen: Abbas Kiyarüstemi)

Orta yaşlarını süren Bedii’ye hayat, bir nedene bağlı olmaksızın anlamsız gelmektedir. Bir kutu uyku ilacı içtikten sonra kazdığı mezara yatacak ve sonra gelip birisi onun üzerini toprakla örtecektir. Ama kim? Arabasıyla bu kişiyi aramaya koyulur. Yolu bir asker, bir ilahiyatçı ve bir tahnitçiylekesişir. İlk ikisi onu anlayamazlar, genel geçer sözlerle niyetinden vazgeçirmek isterler. “Fakat insanın daha fazla devam edemeyeceği bir an gelir. Allah’ın takdirini bekleyemez ve kendisi harekete geçmek ister” diyerek içinde bulunduğu durumun anlaşılmasını ister. O an, intihar denilen şeyin akla geldiği andır. Dayanılmaz gelen bir hayattan kurtulmaya karar verilen an.

Tahnitçi anlayışlıdır, kavrayışı derindir. Bedii ile yolculuk ederken “Bu yol biraz daha uzundur ama daha rahat ve güzeldir” diyerek onun yolunu değiştirir. Yolda kendi öyküsünden parçalar anlatır. Tahnitçi yeni evlendiğinde başına bir sürü bela gelmiştir. Hayattan öylesine bıkmıştır ki bir gün her şeyi sonlandırmaya karar verir. Bir sabah, şafaktan önce yanına bir ip alır. Dut ağaçları ile dolu bir bahçeye varır. Hava hâlâ karanlıktır. İpi ağaca fırlatır ama tutturamaz. Birkaç kez daha dener. Olmaz. Ağaca tırmanır, ipi sımsıkı düğümler. Sonra elinin altında yumuşacık bir şey hisseder. Duttur bu. Lezzet küpü dutlar. Birini ağzına atar. Sonra ikincisini, üçüncüsünü. Sonra güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına varır. Ama ne güneştir! Ne manzaradır karşısındaki! Gün ağarır. Okula giden çocukların sesini duyar. Çocuklar ona bakmak için dururlar. Sonra ağacı sallayarak dutları düşürmesini isterler. Tahnitçi, çocuklar dutları yerken kendini çok mutlu hisseder. Eve götürmek için de bir miktar dut toplar. Eve gelir. Karısı hâlâ uyuyordur. Uyandığında o da dutlardan yer, bayılır onlara. Kendini öldürmek için çıktığı eve dutlarla dönmüştür. “Dutlar hayatımı kurtardı” der.

Bedii, “Her şey düzeldi mi yani dutlardan sonra” diye sorar, inanmaz gözlerle. Tahnitçi “Her şey düzelmedi tabii ki. Ama bakış açım, düşüncelerim düzeldi” diye yanıtlar. Sonra da, Bedii’ye sabah erkenden kazdığı mezara geleceğine, eğer öldüyse üzerini toprakla örteceğine söz verir.

Hayat, dosdoğru ilerleyen bir tren gibidir. Raylar bittiğinde son durağa gelinmiştir. Ölüm son durakta bekler. Erken inmeye gerek yoktur.

Bedii, biraz daha uzun ama daha güzel bir yolu tercih eder; yaşamayı. Tren hareket halindeyken atlamayacak, son durakta zaten inecektir.

İçimdeki Deniz (Yönetmen: Alejandro Amenabar)

Ramon Sampedro, yirmi altı yaşında iken kayalıktan denize atlar. Deniz çekilmiştir. Boynu kırılır. Kolları, bacakları tutmaz olur. Tek hayali, ölüp özgürlüğe kavuşmaktır. Ancak kendini öldüremeyecek haldedir: yerinden kalkamaz, ellerini oynatamaz, ilaç içemez, başkasına muhtaçtır. Julia, ötenazi hakkını elde etmek için ona yardım eden bir avukattır. “Neden ölümü seçiyorsun?” diye sorar Ramon’a. “Çünkü” der Ramon, “bu şekilde yaşamak onursuz bir şey. Diğer tetraplejik hastalar bana kızabilir. Bunun onursuz bir yaşam olduğunu söylememe alınabilirler. Bunu anlarım ama ben kimseyi yargılamaya çalışmıyorum. Ben kimim ki yaşamayı seçenleri yargılayayım! Siz de beni yargılamayın. Ne beni, ne ölmeme yardım etmek isteyenleri.”

“Sonra” diye ilave eder Ramon “Bu çok da önemli bir mesele değil. Ölüm hep bizimleydi ve bizimle olacak. Sonunda hepimizi yakalayacak. Bizim bir parçamız o. Öyleyse ölmeyi seçtiğim için neden dehşete düşüyorlar.”

Bizi dehşete düşüren, Ramon’un ölümü tercih etmesi değil, hayatı reddetmesidir. Ruhunu zehirleyen isyanı, olan bitene nefreti, içindeki kızgınlığı, öfkesidir. Tekerlekli koltuğu neden reddettiği sorulduğunda “Onu kabul etmek, kaybettiğim özgürlüğün artıklarını kabul etmek olurdu. Şunu düşün: orada oturuyorsun. Üç adım uzakta. Üç adım nedir ki… Herkes için anlamsız bir uzaklık. Ama benim için o üç adım sana ulaşmamı engelleyen imkânsız bir yolculuk. Sadece bir hayal. Bir fantezi. O yüzden ölmek istiyorum. Hepsi bu” diye yanıtlar.

Filmin öyle bir sahnesi vardır ki; olan biteni en çok ele verir. Ramon, abisinin evinde yaşamaktadır; bakımını yengesi üstlenmiştir. Yeğeni Javi bir gün, büyükbabası için “Bütün gün evde oturuyor. Ona kimin ihtiyacı var ki!” der. Javi’nin sözleri bir ok gibi ruhunu deler geçer Ramon’un. Onun derin yarası tam da budur işte: bir işe yaramamak. İşe yaramayı, Mutlak Bir Varlıkla ilişkilendiren anlam bağlarından kopuk bir insan için, yatalak olarak geçirilçen bir hayat sadece bir lanet, bir gereksizlik, bir hiçliktir. Ramon, Javi’yi “Bir gün ama bir gün, yıllar sonra bu sözlerin için çok pişman olacaksın. Kendinden nefret edeceksin” diye uyarır. Javi bir şey anlamaz.

Ramon ölümle özgür olacağına inanır. Unuttuğu şudur: Bauman’ın ifadesiyle, hiçbir özgürlük mutlak, her şeyi kapsayıcı, sınırsız değildir. Bir bağımlılıktan kurtulmanın tek yolu, başka bir bağımlılığı kaldıraç olarak kullanmaktır.

Kutlanan her özgürlük, en çok korkulan bağımlılıktan kurtulmaktır. Bizatihi bağımlılıktan değil. Ramon hiçbir uzvunun tutmamasından dolayı özgürlüğünden olduğunu düşünür. Tutsak gibi hisseder kendini. Özgürlüğe, ölmekle kanat çırpacaktır. Farkında değildir ki, ölüm olmadan yapamayacağı sonucuna vararak ölümün tutsağı olmuştur. Olmazsa olmaz haline getirdiğimiz her neyse onun tutsağıyızdır çünkü.

Ramon, arkadaşlarının yardımıyla isteğine kavuşur: hayattan özgürleşir ama ölümün tutsağı olur. Son durakta inmeyi beklemek yerine, hareket halindeki trenden atlar.

Kelebek ve Dalgıç Giysisi (Yönetmen: Julian Schnabel)

Jean-Dominique, Elle dergisinin editörüdür. Bir gün kilitlenir kalır. Bedeninin içine. Tıkalı kaldığı bedenindenhhn bir anahtar deliğinden bakar gibi bakar hayata. Kilitlenme sendromuna yakalanmıştır. Bilinç bozukluğu olmaksızın el ve ayakları alt kafa sinirleri felç olmuştur. Konuşamaz. Sağ gözü görmüyordur.

Uzun süre kaldığı komadan çıkarken hastanede olduğunu fark eder. Odadaki çiçekleri görür. “Bu çiçekleri kim getirdi? Bir şey mi oldu acaba?” diye sorar. Çıkmayan sesi, iç ses olarak içindeki duvarda yankılanır.

Evet, bir şey olmuştur.

Durumu kavradıkça “Hayat bu mudur?” diye hayıflanır. Bedenin içine kilitlenmiş bir hayat nasıl bir hayat olabilir?

“Bugün tüm varoluşumun, küçük ıskalamalardan ibaret olduğunu fark ediyorum. Sevemediğim kadınlar. Kaçırdığım fırsatlar. Boşa giden mutluluk anları” diye düşünür. Ruhu uyanışın eşiğindedir. Hayatı, sonucunu bildiği bir ders gibi görmeye başlar. Buna rağmen sınavı geçemeyecek kadar beceriksiz addeder kendini.

Her felaket bir ışık yakabilir. Eğer insan isterse.

Bunun olmazsa olmaz koşulu, insanın kendine acımaması, kendisini bir zavallı, kurban gibi görmemesidir. Jean kendine acımayı reddeder ve ona iki yönünü keşfetme yeteneği bahşedilir: Hayal gücü ve hafıza. Bunlar, onu ayakta tutan iki kaleye dönüşür. Tüm uzuvları felç olsa da, hayal gücü ve hafızası felç olmamıştır. İstediği şeyi, kişiyi, yeri hayal eder. İstediği yere gider, gelir.

Yaşadığı felaket, Jean-Dominique’in içinde bir ışık yakmıştır. Varoluşsal mutlak acizliğinin farkına varmıştır. İnsan olmanın tam içine düşmüştür. Durumunu kabul etmiş, olan bitene teslim olmuştur. Artık hayatın peşini bırakmaz. Ölüm ara ara aklına gelir ama onun tutsağı olmaz.

Yalnızlık kıyılarında hareketsiz yolculuğunu yazmaya karar verir. Öyle bir yazacaktır ki, çaresizliğin dilini çözecektir. Ama nasıl yazacaktır? Elleri ve konuşma sinirleri felç olmuştur ama bir gözü hâlâ çalışıyordur.

Konuşma terapisti, onun için bir yöntem geliştirir. Alfabe harfleri sık kullanımlarına göre sıralanır. Jean “Ölmek istiyorum” mu diyecek? Konuşma terapisti harfleri teker teker söyler. Uygun harfe gelince Jean gözünü kırpar. Bu, kelimelerin her harfi için tekrarlanır. “Ölmek istiyorum” ilk cümlesi olur. Terapist, “Bu edepsizce, ahlaksızca. Hayattasınız ve ölmek istiyorsunuz. Sizi sevenler saygı duyanlar var” diye çıkışır.

Bu cümleyi bir daha ağzına almaz Jean. Güvelerin yediği yıpranmış perdelerin arkasında, süt beyaz aydınlığın, sabahın gelişini haber verişine odaklanır. Topuklarında bir sızı vardır. Kafası davul gibidir. Tüm bedeni dalgıç giysisiyle kaplıdır sanki. Ama o hareketsiz yolculuğunun detaylarını not ettiriyordur artık. Yalnızlık nehirlerinde salınan bedenini takip ederek.

Deniz köpüğünden seyrine doyum olmaz manzaralar dikkatini çeker. Ama onun favorisi deniz feneridir. Tek gözüyle gördüğü güzellikleri, yine tek gözüyle yazan ilk insan olur.

Jean da, Bedii gibi hareket halindeki trenden inmeye kalkmaz. Zamanı gelir, tren son durakta durur ve yavaşça trenden iner. En azından ruhunu parçalamaz. Ölümün tutsağı da olmamıştır.

Not: Mustafa Ulusoy'un bu yazısı 28 Aralık 2008 tarihli Star gazetesinin Açık Görüş ekinde yayınlanmıştır.

Mustafa Ulusoy

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş