2.867 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

Hoşlanır insanın nefsi, kendinden uzak işlerle ilgilenmekten, hem de ne hoşlanır... Yeter ki içine dönmesin, bir lâhza kendine çevrilmesin bakışlar. Dışarılarda bir yerde dolaşıp dursun nazarlar, yeter.

Ezberinde nice bilgiler vardır insanın, son nefeste asla işe yaramayacak olan. Kütüphanelerimiz nice kitapla doludur, okunmayacak olan. Dolaplarımız da öyle, ağzına kadar yiyecek ve giyecekle dolu. Artık her yer, her ev böyle. Tıka basa eşyayla dolu her ev. Bir gün; ‘Seç hadi hayatın için gerekli ve olmazsa olmaz olan şeyleri şunların arasından’ deseler, kucaklayıp götüreceğimiz ne kadar az şey var dünyada. O zaman görürsünüz, o zaman anlarsınız.

Hastaneye bir sedye içerisinde getirilen insanların hâliyle, tahta bir tabut içinde ahirete gönderdiklerimizin hâli çok benziyor birbirine. Hiçbirisi yanında bir şey götüremiyor. Kefen mi dediniz? O da mezardan öteye geçemiyor. Vefat edene ihtiram ve yakınlarının gözüne bir sürme sadece. Geldiğimiz gibi gidiyoruz, çırılçıplak. Tek hayırlı yanımız, sevaplarımız ve hayırlarımız.

Hayat çıplak. Hakikat de çıplak.

Aslında her şey yalın ve gerçek. Sonradan katbekat örtüler geliyor üst üste. Ağır katmanlar oluşuyor lâtif mailerin üstünde. Donmuş gibi gözüküyor, buzlu yüzeyin üstü. Ama sessiz sedasız alttan akıp gidiyor sular. Hayatın gafletle kapanan yüzeyi de böyle. Geçmiyor zannediyoruz, oysa öyle hızlı akıp gidiyor ki, ne olup ne bittiği buzun üstü kırılmadan, çatlamadan anlaşılmıyor.

Bir çiçek inliyor bahçede. Çalıların arasına sıkışmış bir çiçek. Bir kelebek bekliyor üzerine konsun diye. Duâsı kabul buluyor. Üç beş günlük ömrü boyunca o çiçek, hep o kelebeği bekleyecek ve bekliyor; arıları da bekliyor, böcekleri de. İhtiyacı olanın alması gereken ne ise, kendisinden onu bekliyor.

Bir kalp, darmadağınık fikirler ortasında, o da bekliyor arısını, kelebeğini. Kendisinden hayatın özünü, usaresini sağacak olan muhatabını bekliyor ve titriyor korkuyla. ‘Ya aniden, işe yaramadan biterse hayatım?’ diye. Boş yere gitmek de var… Çiçek olup rengârenk açmak, yaşamak varken, ot çöp olup kuruyup gitmek niye? Düşünüyor insan da o çiçek gibi. Lüzumsuz işlerin içinde boğulup gitmek de var… Dikkat etmeli insan. Akan sular akmayabilir, yanan lambalar yanmayabilir, telefonun şarjı bitebilir. Her şey bitebilir bir anda. Hayat da… Hiçbir şeyin garantisi yok hayatta. Hayatla da ölümle de oyun olmaz. Evet, dikkat etmeli hayata. Kırılabilir, her an solabilir, sönebilir. Hiç beklenmedik bir anda verilen geri alınabilir…

Düşünüyor insan. Kalbi kendine getiriyor, öleceği günü ve ölümünü düşünmek. Her kim kalpten, o en derin yerinden ölümü düşünse, hayatın bütün taşları yerine oturur birden; ne eksik, ne fazla, her şey yerini bulur.

Sahabeden biri, ev inşâ etmektedir. Hz. Peygamber (asm) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı almıştır çünkü duygular açıktır.

Ne demek istiyor Hz. Peygamberimiz (asm)? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en âcil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Her halde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir.

Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek; şurada bir ateş var; şurada bir uçurum... Şurada şurada şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir.

Hoşlanır insan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaya. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete. Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre, ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır.

On sene ya da bir sene ömrü kalmış bir insana ne derseniz deyin, o gün gelip çatmadan ahiret kapısı iyiden iyiye aralanmadan, son nefesini yaşamadan, o anın içine girmeden, gerçekten ama gerçekten duygularının uyanması, hazırola geçmesi çok zor. Acayip bir hâl işte…

İnsan kendini tanımaktan ve anlamaktan bu kadar uzak işte...

Sorular gemisi her yanımız. Küçük bir havuzda değil, kocaman bir okyanustayız. Güvenli bölge göremediğimiz bir yerde ama çok uzakta değil. Sığınmamakta direnmek ve sonunda fecî bir akibete uğramak elimizde. Güvenli bir ada varken sahte ışıkların el edip göz edip çağırdığı tehlikeli sahillere sürüklenmek niye? Bir ömür direniyoruz, bahanemiz de hazır. Bahanemiz de neymiş: Ölüme daha hazır değilmişiz! Bakın hele… Peki, kıyamete hazır mıyız? Kıyamet de kâinatın ölümü. “Ne gezer, o da bizden çok uzakta seyreder.”

Haydi, ibret almak için bir filme gidelim, meselâ “2012”yi seyredelim. Nefsimiz bundan ne gibi bir ders çıkaracak? O an, ertesi gün ya da birkaç gün sonrası. Evet, dünyanın harap oluşunu, taş taş üstünde kalmayışını, ayların, güneşlerin ve yıldızların eriyişini, yerin her şeyi yutuşunu, arzın dümdüz edilişini, dağların hallaç pamuğu gibi atılışını seyrettik diyelim; ne kadar sürer üzerimizdeki etkisi sizce? En fazla bir ya da birkaç gün…

Evet, sürekli aydınlık ve uyanık kalmanın, duyguları zinde tutmanın insana inanılmaz bir genişlik ve derinlik sağladığı yanlış değildir. Bunu da yaşamak her zaman mümkün değil. Sıkışıp katılaşan hayat, akışkan hayata göre çok daha zor. Böyledir işte. İnsan öleceğini bile bile yaşar. Ölümünden çok, kıyametten korkar. Oysa her insanın ölümü kendi kıyametidir.

Kıyametin dehşetinden korkan, ölümden çekinen bir insana hayat güzel şeyler söyler. Ona yarın için ne hazırladığını sorar, uyandırır. Geçici de olsa, böyle bir faydası var işte ibret alınması gereken işlerin, bazen de filmlerin.

Kur’ân’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler.

Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste Kelime-i Şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!..

Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içersindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım? Onca keşmekeş içinde kalbi bir çiçek gibi yine de diri tutmaya var mısınız? Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse. O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır. Şükredelim Rabbimize, salât-u selâm olsun Sevgili Peygamberimize (asm). Bu dünyayı Kur’ân’la güzelleştiren, o tertemiz hayatıyla bir çiçek gibi yeryüzünde açan, Asr-ı Saadetin baharını başlatan, o ölümsüz baharı yaşatan ve etrafında nice çiçekler açtıran sahabelere, o güzel insanlara da selâm olsun…

Gerçeklerle yüzleşmek yürek ister. Kaça kaça yorulduk artık. Sonu yok böyle bir hayatın. Gerçeklerden kaçmanın hiçbir faydası yok. Bel bağladığımız sahte sevgilerden ve sevgililerden ne vefa, ne de umut yok. Uma uma, döndük muma. Fânîlerden bir hayır umma. Kendine hayrı olmayanın bize ne faydası olacak ki? Çevirelim yüzümüzü şu yüzde yüzlük fânîlerden. Eller ve ayaklar bağlanıp götürülmeden önce, Allah’ın dâvetine icabet edip, adam gibi, insan gibi, mü’min gibi bir yolculuğa çıkmak varken, hayatı zorlaştırmak ve bir ömür Allah’tan uzak ve kaçak yaşamak niye? Soralım nefsimize, sıkıştıralım bir köşeye. Vaktidir uyarmanın ve uyanmanın. Çünkü hiç kimseye faydası yok son nefeste gözleri açık gitmenin. Ölünce değil, ölmeden önce hayat gözünü açmak gerekir. Öldükten sonra gözler açık da gitse, kapayan bir el bulunur onları. Bitmiştir artık dünyada görevimiz. Ruhumuz gitmiş, işimiz bitmiştir artık. Dünyayı seyreden pencerelerimiz kapanmıştır artık. Yeni bir kabir hayatıyla beraber hesabımız da başlamıştır artık.

Evet, her insanın ölümü kendi kıyametidir.

Büyük kıyamet öncesi, ölüm dediğimiz küçük kıyamet akîbetidir her insanın. Ve her insan, şu sorunun muhatabıdır: “Ne hazırladık yarına? Ne götüreceğiz yanımızda?” Soruyu sormak kolay ama cevabı o kadar kolay değil. Olsun... Yine de biz soruyu bir solalım. Rabbim cevabını bulmayı da kolaylaştırır bize İnşallah.

Hayat, uyumak için değil, uyanmak içindir.

İşte sizi, bizi, hepimizi uyandıracak, hayatımızı uyaracak kıyamet sahnesi:

“Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya ‘Mihverinden çık’ hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 490)

Evet, kıyamet öncesi kıyamet var; o da insanın kendi ölümüdür. Ama nedense insan, üstüne vazife olmayan uzak, çok uzak şeylerle uğraşır. Ölümü değil, kıyameti merak eder. Gerçi o da bir şeydir ya; ama aslolan kendi kıyametidir, kendi ölümüdür.

Her insanın kıyameti, kendi ölümüyle kopar.

Ölüm, ölmeden uyanmaktır.

En kârlı ve en hayırlı ölüm, ölmeden önce uyanmaktır.

Selim Gündüzalp

Yeni Asya Gazetesi

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş