“Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla demiştin…” - Selim Gündüzalp

7.781 Görüntüleme MAKALE 0 Yorum

“Düşen bir yaprak görürsen,

Beni hatırla demiştin…”

Bu sözü Senden bilmiştim. Çünkü bir yaprak, Senin iznin olmadan düşmezdi, düşemezdi.

Sonbahar geldi mi, eve kapanırdım. Dökülen yapraklar ruhuma dokunur, evden ve odamdan dışarı çıkmak istemezdim. Böyleydi o yıllar. Tâ ki, Denizli’de misafir olan bir zâtın şehir otelinin yüksek katından bahçelere bakıp, rüzgârda salınan kavak ağaçlarının zikrini söylediği güne kadar… O güne kadar bu sorunun cevabı, içimde büyür de büyürdü, bir türlü cevap bulamazdım.

Hayat, bir kitap. Okudukça ve yaşadıkça öğreniyoruz. Sorulardan sorulara göç ediyoruz. Sorular bitmiyor.

Şimdi bir soru da bizden olsun:

Meyvesiz ağaçlardan meyveyi nasıl yersiniz? Meyveli ağacın meyvesi olur da, meyvesiz ağacın meyvesi olmaz mı?

***

Büyükçe ve güzel bir bahçedeyim. Bir ucu kavak ağacına bağlı hamakta sallanıyorum. O kocaman ve yemyeşil gümrah yaprakları ve onlardaki san'atı seyrediyorum. Rüzgâr bir dokunuyor, bütün ağaçtan harika bir ses ve zikir yükseliyor: Şıkır şıkır, şıkır şıkır… Sanki “Şıkır da şıkır, şükür de şükür…” diyor her bir yaprak.

Gözümün önünde bu yüce ve ulu ağacın muhteşem manzarasını seyretmek, binler sinemaya bedel gibi geliyor.

Herkesin bir zaafı var, küçüklüğümden beri benim de gözlerim, her bahçede önce meyveli ağaçları arar ve tarardı. Yanılmışım meğer… Öğreneceğim daha neler var, neler… Salındığım hamakta ben bir yana, rüzgârda salınan yapraklar bir yana gidip gelmekteyiz.

Hikmetli bir gözle bakıldığında, aslında her hareket bir zikirdir Allah’a. Bu gözler kamaştıran manzarada binlerce, on binlerce dil ile meyvesiz gibi görünen bir kavak ağacı, Rabbini zikrediyor, hem de ne zikir… Şıkır şıkır, şıkır şıkır… Belki de hâline şükrediyor. Şükür şükür şükür…

Şıkır da şıkır, şükür de şükür…

Meyvesiz ağaçlar Rabbini daha çok zikredermiş derler. Doğruymuş meğer. Görünüyor işte ayan beyan. Koyu yeşil bir gölgede dinleniyoruz ve yaprakların zikrini dinliyoruz.

Şıkır da şıkır, şükür de şükür…

Bir o yana bir bu yana salınıyorlar. Cömertçe gölge yapıyorlar güneşten kaçan misafirlerine.

Her ağaç gibi aslında kavak ağacı da meyveler sunuyor. Hem de bitmeyen, her mevsim... Var oluşun ve yaratılışın gerçeği olan Rabbinin sonsuz isimlerinin tecellisini yâd ediyor. Hem de ne güzel seslerle: Hışır hışır, şıkır şıkır…

Bir de mekanik sesleri düşünün. Bir arabanın, bir klima motorunun veya yol çalışmasında aletlerin çalışırken çıkardığı insanı çileden çıkarıcı sesler nerede, ağacın rüzgârda yapraklarıyla çıkardığı o nağmeli sesler nerede... Aslında “hışır hışır” sesleriyle “haşir haşir” mi diyor acaba? Tekrar dirilişin, tekrar yaratılışın sırrını mı söylüyor bize?

Ağaçların yapraklarıyla ne söylediği kadar, sizin de ne anladığınız önemli.

“Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, ‘Ne diyorsunuz?’ de; elbette, ‘Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr’ dediklerini işiteceksin.” diyor ya Bediüzzaman. (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, 301)

Kulak, kalbe giden yol. O yol imanın nuruyla açılırsa eğer, kalkarsa önündeki engeller, o zaman her ses, kulağa bir zikir olarak girer ve oradan kalbe akar gider…

Hatta Kur’ân’da kulağın gözden önce zikredilmesinin sebebini de anlayıveririz hemen.

“Ve alâ sem’ıhin ve alâ ebsarihin” âyetinin bir sırrını biz de anlayabiliriz. Kulak kalbe daha yakındır. Göz, baktığı yerden bilgiyi toplayıp aktarırken; kulak, her yönden sesi ve sadâyı toplayıp kalbe gönderir. İşte bu organın bu yönünün göze üstünlüğünden dolayı âyette öncelikle zikredilmiş.

Buradan şunu da çıkarmak mümkün olabilir sanırım: Kulak yolu tıkanınca, kalbin kâinatla irtibatı kesilince, ibretsiz ve zikirsiz sesler oraya doluşunca, gözün de göreceği seyirlik bir şey pek kalmıyor artık. Gözler açık da olsa, gaflet perdesi müthiş bir gerçeği kapatabiliyor. Buna da dikkat çekiyor Bediüzzaman 29. Söz’de.

Hazreti Âdem’den bu güne kadar, insanların anlayamadığı ve gözlerden gizli kalan bir gerçekten bahsediyor:

“Enva-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır; hakikati, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş.” (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, 468)

O zaman durumdan bir vazife çıkıyor: Ya gözleri ve kulakları olmasına rağmen, duymayan ve görmeyen sınıfında yer alacağız, ya da her fırsatı değerlendirmeye çalışacağız.

İmanın nuru, odayı dolduran lambanın nurundan elbette çok daha fazla bir şeydir. Bir kibrit başı, oda dolusu karanlığı yutarsa; iman nuru da kâinattaki bütün dalâlet karanlığını yutar ve insana gerçek bir insan olduğunu, gerçek bir insanın ancak imanla insan olabileceğinin yolunu gösterir.

Kavak ağaçlarını meyvesiz ağaçlar zannetmeyin siz. Ve bir zamanlar benim düştüğüm bu hataya, sakın ola ki, siz de düşmeyin.

Bir hışırtı kopar, bir yaprak elinize doğru salına salına inerse eğer, o sözleri bunun için söyleyebilirsiniz siz de:

“Düşen bir yaprak görürsen,

Beni hatırla demiştin…”

Evet Allah’ım… Bunu Senden bir işaret bilmek ve ilâhî bir sâdâ gibi dinlemek, kulağımı mest ediyor, kalbimi sermest ediyor.

Evet, ağaçlar toprağa çakılmış ya da toprağın kölesi değiller. Hareketsiz de değiller aslında. Varlıklarını o kadar yüksek sesle duyuruyorlar ki, bu sesi duymayanın ya sağır, ya da kör olması lâzım.

Çınar ağacını kollarıyla kucaklayıp nasıl zikrini derinden duymuşsa Bediüzzaman, belki kulağımızı dayarsak, kollarımızı da açıp kucaklarsak, bir gün İnşallah biz de duyabiliriz o sesi. Üzerindekileri bir bir attığı gün gelip soyunduğunda da, yeşil elbisesinden üryan olduğunda da, kupkuru bedeninin de ne kadar güzel olduğunu anlarız bir gün. Ağaçların nağmelerini dinleyebiliriz, yapraklarıyla söylediği zikrini duyabiliriz bir gün.

“Düşen bir yaprak görürsen,

Beni hatırla demiştin…”

Allah’ım, Senin iznin olmadan hiçbir yaprak düşmez.

Yaprak düşmez de, meyve düşer mi?

Dal, budak düşer mi?

Yerinden fırlayıp bir taş düşer mi koca dağdan?

Saçlar düşer mi?

Saçlara aklar düşer mi Senin iznin olmadan?

Ve başlar düşer mi toprağa Senin iznin olmadan?..

Tevazuya bürünür ağaçlar. Fakirliğini, zayıflığını, acizliğini haykırır sonbaharda.

Korktuğum bir mevsimde, içime kapandığım bir zamanda, aynı dert içinde dermanı bulmuştum. Sanki yeniden dirilmiştim Allah’ım.

Seni ben sonbaharda sevmiştim…

Rüzgâr bir başka çarpar, hava bir başka dokunur dallara. Eğer geçer titretir hepsini.

Müthiş bir koro zikre başlar, tek falso ses çıkmadan:

Yâ Latîf, yâ Cemîl, yâ Hannân, yâ Mennân…

Yeter ki siz, çamların altında, servilerin yakınında, kavakların uzağında kalmayın. “Ağaçların meyvesi yoktur” diyenlere inanmayın. Meyvesiz ağaçların meyvelerini nasıl yenirmiş gösterin onlara…

Kışın ayrı güzelsin, yazın ayrı güzelsin, gönlümüzü eğlencesiz ve neşesiz bırakmazsın ey ulu ağaç, ey güzel ağaç… Rabbimin bir mektubusun. Rahman’dan bilirim her satırını, ellerime düşen her yaprağını.

Çünkü o Rahman, mesajını asırlar öncesinden göndermişti.

“Düşen bir yaprak görürsen, / Beni hatırla” demişti…

Şimdi önüne düşen -ya da sen ‘düşürülen’ de diyebilirsin buna- bir yaprağı al, o narin hatlarına bir bak. “Hangi makasla kesilmiş de bu şekil verilmiş?” diye düşün. O sapsarı, ince renge gönlünden kopan bir cümleyi iliştiriver:

“Düşen bir yaprak görürsen, / Beni hatırla” demiştin ya, bilememiştim. Gençliğime ver, bağışla beni. Uyanışımı, zikrine açılan kalbimin uyanışını daim kıl!

Bir ağacı, meyvesiz bir ağacı meyvedâr yapmak isterseniz, işte size bir fırsat. Üzerine nakşedilen sanatın güzelliği anlaşıldı mı, ağaç da keyifleniyor, onun da ahengi, ritmi ulvî bir zevk veriyor, lâtif bir şevk veriyor. Ve anlıyorsunuz ki, sonsuz rahmetin sahibi olan Rabbine bir yaprağın teşekkürü böyle olurdu işte. Kalbimizin en hassas tellerine böyle dokunurdu işte. Allah’ım! “Düşen bir yaprak görürsen, Beni hatırla” demiştin… Meyvesiz ağaçtan meyveler getirmiştin.

Bundan sonra, söz! Ağaçları ‘meyveliler ve meyvesizler’ diye ikiye ayırmayacağım. Çünkü kâinatta ikilik yok, birlik var.

Her şey Seni söylesin, zikretsin de bu kulun sussun, olur mu hiç? İzin ver, meyvesiz bir ağacın binler diller ile, o güzelim yapraklar ile yaptığı zikri yeryüzündeki bütün ağaçları da kastederek onların da hesabına yapabileyim ve “Evrak-ıl eşcâr” diyerek tesbihatın tesbihatlarını ben de sana takdime cesaret edebileyim. Ellerimiz meyvelerine uzanmasa da bir ağacın, midemiz meyveleriyle dolmasa da, kalbimiz, ruhumuz ve binlerce duygularımız aç ve doymayı bekliyor her an.

Şükür ki, bu duygularımız da manevî meyvelerini alarak yapraklardan ve ağaçlardan doydu çok şükür. Bir yaprakta, bir ağaçta tecelli eden letafetle doydu. Ağacın kalbi yaprakta atar.

Bir ağacın kalbini dinlemeye var mısınız? Seyre çıkmaya var mısınız? Kalbe giden caddeyi düzenleyelim evvela. Kulağımızın önündeki engelleri kaldıralım. O zaman işte, meyvesiz ağaçların meyvelerini yediğimiz gün olacak. Haşırtıların, hışırtıların yanında, yaprakların dudaklarından kulaklarımıza bambaşka sesler gelecek o gün.

Bir yaprağı sevebiliyorsa insan, yaprak olduğu için değil, o yaprak, ağacın elleriyle Allah’tan uzatılan bir mektup olduğu içindir her halde.

Sonsuz rahmetin sahibine sonsuz ve engin teşekkür ile…

Düşen bir yaprak görürsen,

Beni hatırla demiştin Rabbim.

Bugün geç de olsa, bunu bildim. Artık ondan bundan şikâyet değil, incelikli bir nazar ile hayatta olduğumuzun bile şükre değdiğini, ne kadar sonsuz bir şükre değer olduğunu anlıyorum.

Faruk Nafiz’in dizeleriyle bitiriyorum:

Ne ki mevcut ise âlemde güzel, doğru, iyi;

Arayan fikri, bulan ruhu, seven sevgiliyi bize bahşetmiş olan Hazreti Rahman’a şükür…

***

“Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet lâtif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hâtıra geldi. ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neş’e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, fîrakları ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu îrakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı.

Birden hakikat-ı Muhammediyenin (asm) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îmân gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (asm) karşı ebediyyen minnettar oldum. “ (Asa-yı Musa, 64)

Selim GÜNDÜZALP - Yeni Asya Gazetesi (03.10.2010)

Facebook'ta Paylaş Twitter'da Paylaş